Emre- 16.11.2019
Yönetmen, Senarist: Pedro Almodóvar
113′ Başka Sinema
Bugün sinema için üç alternatif vardı önümde: Acı ve Zafer (Almodóvar, 2019), Kraliçe Lear (Pelin Esmer, 2019) ve Parazit (Joon-ho Bong, 2019). Ezgi’yle Parazit hakkında yazarız diye konuştuğumuz için filmi çok merak etmeme rağmen tek başıma izlemek istemedim. Kraliçe Lear’ı da çok merak ediyordum ve muhtemelen onunla ilgili de yazarız diye düşündüm ve onu da daha sonra Ezgi’yle birlikte izlemek üzere eledim. Nedense Acı ve Zafer filmini pek seveceğimi düşünmüyordum içten içe. Almodóvar’ı sevmediğimden değil, bazen olur ya, çok konuşulduğu için popülerleşen bir filmi görmezden gelirsin ve uzun zaman sonra izlediğinde neden o kadar çok konuşulduğunu anlayıp o kadar süre izlememene şaşarsın. Filmin gösterime girmesinden bu yana çok uzun süre geçmemiş olsa da bu filmi izledikten sonra tam da böyle bir şey hissettim. Film bittiğinde o kadar etkilenmiştim ki bir an önce hakkında yazmak için eve gitmek istiyordum.
Şimdi bilgisayarın başına oturunca nereden başlasam bilemedim gerçi. Film boyunca birçok farklı anı, duygu ve düşünceyi birbiri ardına çok yoğun bir şekilde hissettim. İki saatlik film sanki yarım saatte bitmiş gibiydi. Tabi ki filmin sürükleyici ve dinamik olması tek başına bir ölçüt değil ama filmi izlerken bende bu kadar farklı hissiyatları tetiklemiş olmasını ve anlatılan hikayeyle özdeşleşecek çok az ortak yön bulmama rağmen kendi hikayem anlatılıyormuş gibi hissetmemi Almodóvar’ın başarılı senarist ve yönetmenliğine bağlıyorum. Ve tabi ki Antonio Banderas’ın etkileyici oyunculuğunun da çok büyük bir payı var mutlaka.
Filmde Antonio Banderas’ın canlandırdığı Salvador Mallo karakterinin hayatındaki farklı dönemlerinden kesitler görüyoruz. Banderas, Salvador ismiyle, çocukluğunu fakirlik içinde, mağara gibi bir evde geçirmiş, yokluktan kilise okuluna gitmek zorunda kalmış, hayatının aşkını sevgilisinin eroin bağımlılığı yüzünden bırakmak zorunda kalmış, uluslararası arenada tanınmış fakat sağlık problemleri yüzünden işini yapamaz bir hale gelmiş, depresyonun eşiğinde, eşcinsel bir film yönetmeni olarak karşımıza çıkıyor. Tüm bunları yazınca filmin aşırı bir melodrama kaçacağı düşünülebilir ama öyle olmuyor. Hatta melodramdan o kadar ustaca kaçmış ki sanki Almodóvar filmi yazarken melodrama düşebileceğinden kendisi de endişelenmiş ve filmdeki karakter Salvador Mallo’nun yazdığı kısa öyküde bu ustaca kaçıştan bahsetmiş diye düşünüyorum. Salvador, “Bağımlılık” başlığıyla yazdığı, kendi hayatından kesitler içeren bir yazıyı bir sebepten oyuncu arkadaşına vermeye karar veriyor. Yazının ilk versiyonunun tiyatro oyununa uygun olmadığını, çünkü onu bir oyun olarak değil bir itiraf metni olarak yazdığını söylüyor. Revize ettiği metnin ise bir parça melodram içerdiğini itiraf ediyor. Bu yüzden de oyuncu arkadaşına oyun sırasında ağlamaması gerektiğini şu cümlelerle söylüyor;
“Bazı oyuncular kolay ağlayabiliyor olmayı başarı olarak görüyor ama asıl gözyaşlarını ustaca tutabilen oyuncu iyi oyuncudur.“
Hikayenin içindeki melodramın seyirciyi rahatsız etmemesi için oyunculuğun daha minimal olması gerektiği vurgusu bende Almodóvar’ın Antonio Banderas’tan Acı ve Zafer filmi için istediği şeyin de bu olduğuna dair bir izlenim yarattı. Hatta film bir oto-kurgu olabilir mi sorusunu da aklıma düşürdü ve filmden sonra biraz araştırma yaptığımda filmin gerçekten de yönetmen Almodóvar’ın kendi hayatından izler taşıdığını öğrendim. Almodóvar kendi hayatından izler taşıyan bu oto-kurguda kendisi için çok özel olan bazı anların filmi ajite edecek bir melodrama çevirmemesi için özellikle çaba sarf etmiş görünüyor. Gayet de iyi başarmış.
Filmin bir oto-kurgu olduğunu anladıktan sonra Almodóvar’ın hayatı hakkında araştırma yapma isteğim arttığı gibi oto-kurgusal senaryolar yazma isteğim de inanılmaz şekilde arttı diyebilirim. Bunu da filmin ikinci büyük başarısı olarak görüyorum. Tabi ki bu bahsettiğim başarıların ölçütlerini benim filmden beklentilerimle ilgili, akademik veya kuramsal bir arka plana oturtmaya çalışmadan, tamamen hissiyatımla yazıyorum.
Salvador’un hayatında başardıklarının veya kendisini geliştiren şeyin acıdan gelen bir kendini eğitme ve yenilenme durumu olduğuna sık sık vurgu yapıyor. Bence bu çok sade ama çok güzel işlenmiş bir felsefe olarak filmin arka planında sürekli olarak kendini hissettiriyor. Mevlana’dan Nietzsche’ye, birçok düşünürün bahsettiği ortak bir şey bu aslında; yanmadan yeniden doğamazsın.
Yıllar önce askerdeyken elime geçen Esat Arslan’ın Hikmetin Yeniden İnşası Yolunda kitabında bundan hiç beklemediğim bir şekilde şöyle bahsediyordu: “…bu isim çifti Vahidü’l-Kahhar’dır. Kabaca “Bir olan ve Kahreden” anlamına gelen bu isim çifti, Kuran’da büyük peygamberlerin ıstırap dolu yaşamlarına atıfla dile getirilir. İbrahim, Yusuf ya da Muhammed herhangi bir suça karşılık olmayarak kahredilir ve sonrasında parçalanmış yaşamları yeniden bütünleştirilir. Bu tek seferlik bir hareket de değildir… Kahhar, “karşı konulmaz şekilde zorlayan ve yenen” anlamına gelir. Kahhar isminin bu peygamberlere yaptığı şey şudur: Peygamberin yaşam bütünlüğü ve mutluluğu tesis edilmiş durumdayken (örn. Mısır vezirinin evlatlığı olarak Yusuf’un mutlu yaşamı), karşısına kendi suçu olmayarak çıkan zorlayıcı güç (Zeliha’nın Yusuf’a aşkı), onun yaşamını paramparça eder (Yusuf bir anda kendini ağır bir iftiraya uğramış şekilde, çıkması muhtemel görünmeyen bir hapishane hücresinde bulur). Kuran, Kahhar isminin yaptığı bu eylemi ‘öldürme’ fiiliyle anlatır. Peygamber bu eylemden sonra manen ölmüştür. Fakat bu öldürme eylemi asla peygamberin sönüp gitmesi, yok olması ve kişiliği tamamen imha edilmiş şekilde yıkık dökük kalması değildir. Kuran’da paramparça oluş her zaman için yeni ve çok daha güçlü bir doğuşun başlangıç momenti olarak sunulur.”
Tabi ki örnek Kuran’dan verilince peygamberlere atfedilen parçalanma sürecinin kendi suçları olmayan durumlardan kaynaklandığı vurgusu altı çizilerek yapılıyor ama durum her zaman öyle olmak zorunda değil. Mevlana’nın Şems’le olan ve kendi tercihi olan ilişkisi yüzünden toplumda uğradığı baskı, bunun üzerine arkadaşını kaybetmenin verdiği acıyla yanıp daha sonra kendisini dünyaya mal olacak büyük düşünüre çeviren olgunlaşma sürecini yaşaması da bu yeniden doğuşa bir örnek. Nietzsche de ünlü lafında şöyle der “Kendi alevlerinizde yanmaya hazır olmalısınız: Önce kül olmadan kendinizi nasıl yenileyebilirsiniz”. Kitapta çok farklı zaman dilimi ve farklı coğrafyalardan çıkan farklı filozofların bu ortak yönüne vurgu yapılıyordu. Yani insanlığın ortak yönü bu; yan, kül ol, yeniden doğ. Tabi ki şunu kabullenmek lazım; bu yanma süreci kendi hatalarımızdan/seçimlerimizden kaynaklanıyor çoğu zaman ve bu yüzden de yüzleşmek çok kolay olmayabiliyor.
Peki bu dönemle nasıl başa çıkıyoruz; acıyla yaşayıp arabeskleşerek, dünyanın geri kalanını suçlayarak, depresyona girip hayata küserek mi yoksa bu acılardan ve hatalardan dersler çıkartıp daha üstün bir insan olarak kendimizi evirerek mi? Film, ikinci düşünceye bir örnek aslında. Acı ve Zafer, Vahidü’l-Kahhar, küllerinden yeniden doğmak… Bu perspektifen bakıldığında filmi çok ilham verici buldum. Sanırım kendi hayatımda da bir çok hata yapmış, umutsuzluklar yaşamış ve bunları atlatmak için çalışırken farkında olmadan kendimi geliştirmiş bir insan olduğumu düşünüyorum ve bu filmdeki hikaye de beni bu yüzden bu kadar çok etkiledi. Çünkü filmdeki karakterin hikayesini gördükten sonra artık biliyorum ki Almodóvar da benzer şeyleri yaşamış ve aynı filmdeki karakter gibi kendisini üretime vererek bu süreci atlatmış ve yeniden doğmuş. Sadece zihinsel değil fiziksel sorunlar da tabi ki bir çöküş sürecini doğurabiliyor. Bu filmde özellikle bahsi geçen bir sırt ameliyatı gibi fiziksel sağlık sorunları, anladığım kadarıyla Almodóvar’ın kendi hayatında da yaşadığı fiziksel problemler, onu zorlayıcı bir duruma soktuğu kadar bu engeli üretime çevirmek noktasında da cesaretlendirmiş görünüyor. Filmden çıkarken, filmin etkisi geçmesin, biraz daha devam etsin diye jeneriğin tamamında salonda kalışımın sebebi de bu duygu oldu.
Ayrıca Almodóvar’ın filmdeki olayları verme sırası, ritmi, oluşturduğu mizansenlerin sadeliği düşünüldüğünde film biçimsel olarak da içeriğinde bahsettiği olgunluğa erişmiş görünüyor. Çok yönlü ve derin bir içeriği kolay izlenen sade bir şekilde anlatmış Almodóvar. Filmi izlemeyenlere çok fazla spoiler vermemek için bazı konuları yüzeysel geçtim ve sadece filmin özüne dair duyumsadığım durumu yazmaya çalıştım. Aslında yazacak ve araştıracak çok şey var bu filmle ilgili fakat daha kapsamlı bir çalışmanın konusu olmak üzere şimdilik burada bırakıyorum bu yazıyı. İyi ki izlemişim dediğim filmler listeme de böylece girmiş oldu film. Gönül rahatlığıyla herkese tavsiye edebilirim.