Emre- 16.03.2020
Ildikó Enyedi’yi Beden ve Ruh (TESTRÖL ÉS LÉLEKRÖL, 2016) filmiyle tanıdım. Her ne kadar filmin büyük bir kısmı mezbahalarda geçiyor ve hayvanlara çektirilen acıların pornografik bir sunumunu içeriyor olsa da filmin bu düzene karşı bir eleştiri gibi okunabileceğinin ipuçlarını da barındırıyor olması ve özünde ‘naif’ bir aşk hikayesinin minimal bir anlatımı olması açısından ilgimi çekmiş ve yönetmenliğini başarılı bulmuştum. Daha sonra Büyücü Simon (SIMON MÁGUS, 1999) filmini izledim. O filmde de yine mistik bir hikayeyi bu kez çok minimal olmasa da kendi tarzında gerçekçi ve inandırıcı bir şekilde anlatıyordu. Üçüncü olarak da şimdiye dek en çok ilgimi çeken Köstebek (VAKOND, 1987) filmini izledim.
KÖSTEBEK
Filmi izlemeden önce sinopsisini okumamıştım, o yüzden tamamen sürpriz bir film oldu benim için. Bu vesileyle film, içeriği dışında bir konu hakkında daha düşünmeme sebep oldu. Bir filmin anlamı öncesinden o film hakkında bilgi sahibi olup olmadığımıza göre oldukça farklılık gösterebiliyormuş. Çünkü bu filmi izledikten sonra üzerine düşünüp bir takım notlar aldım ve daha sonrasında filmin sinopsisini okuduğumda filmin benim düşündüğüm gibi deneysel bir film değil de bir bilim kurgu filmi olabileceğini fark ettim. Tabi ki filmi ne biçimlerin ne de türlerin keskin sınırları içine hapsetme gibi bir kaygım ya da ihtiyacım yok ama belli belirsiz de olsa önceden bilinen bazı veriler filme dair belli bir algı oluşturuyor. Fakat film herhangi bir ön bilgi olmaksızın izlendiğinde seyircinin filmle daha özgür bir ilişki kurması için alan açılıyor, bunu vurgulamak istiyorum. Peki bu durumda filmin seyirciyle kurduğu/kuracağı ilişki yönetmenin filme atadığı anlamın ötesine geçecekse/geçmeliyse seyirden önce film hakkında bilgi vermek ne kadar doğru? Tabi ki pazarlama açısından bunun gerekliliğini anlıyorum, hatta izleyici açısından vakit kaybetmemek için ön bilgi alma isteğini de anlıyorum ancak bu iki kaygıyı dışarıda bıraktığımızda (mümkünse) filmlerin başka türlü bir yolculuğu oluyor.
Hatta tam da bu sebepten belki de filmleri biçim, tür veya konularına göre sınıflandırmamalıyız ve film künyelerini muallak bırakmalıyız. Piyasa ya da seyircinin seçim yapması açısından zorlayıcı olacaksa da filmin kendisi için en hayırlısı olacaktır diye düşünüyorum. En azından ana akımlar için olmasa da bağımsızlar için ilginç sonuçlar doğuracaktır. Bunu düşünmeme sebep olan Köstebek filmiyle ilgili notlarımı paylaştığımda ne demek istediğim biraz daha netleşecek sanırım.
Önce kısaca filmdeki olay örgüsünden bahsedeyim. Köstebek filmi siyah tulum giymiş, saçları uzun, kirli sakallı bir erkeğin ormanda kendini gizleyerek insanları gözlemlemesiyle başlıyor. Gözlemler sırasında gözlemcinin iç sesini duyuyoruz. Soylu sınıfa mensup gibi görünen bir grup insanı gözlemliyor ana karakterimiz.
Ormanlık bir alanda, entelektüel sohbetler eşliğinde yürüyüş yapan insanlar, güneşlenmek için bir bankta oturup miskinlik ederek gününü geçiren çekici bir kadın ve aile için bir ekonomi/mal-mülk meselesi gibi algıladığım bir konuyu çay sohbeti sırasında tartışan insanları izliyoruz. Sanki hafta sonunu yazlık villalarında geçirmek için gelmiş bir aile ya da bir kaç aileden ve dostlardan oluşan bir arkadaş gurubunu andırıyorlar. Köstebeğimiz kendisini sürekli gizliyor ve insanları izliyor, onların diyaloglarını ve eylemlerini anlamlandırmaya çalışıyor. Bir noktada tek başına güneşlenerek miskinlik eden kadından etkilenmeye başlıyor ve bu yüzden olduğunu tahmin ediyorum, insanları daha yakından tanımaya çalışıyor. Evlerinin dibine kadar giriyor ve yakalanma tehlikesini göze alarak çok yakından onları dinlemeye ve izlemeye başlıyor. İnsanlar belli belirsiz de olsa bazı cisimlerinin yerinin değişmesi ya da daha önce orada olmayan bir ayak izinden yola çıkarak aralarında bir yabancı olduğundan şüphelenmeye başlıyorlar ama bu çok kısa sürüyor ve bir daha konusu açılmıyor.
Daha sonra köstebek insanların dikkatini çekmek istiyor, onların arasına karışmak istiyor. Fakat insanların tam burunlarının ucunda durup onlara el sallaması bile insanların köstebeği fark etmesini sağlamıyor. Onların dikkatini çekemedikçe daha çok dikkat çekmeye çalışıyor, fakat olmuyor. Bir süre sonra olaylar tekrar etmeye başlıyor. Aynı çay masasında aynı konuşma yapılıyor, aynı insanlar aynı yerde tekrar yürüyor, aynı kadın aynı yerde tekrar güneşleniyor, kafasını yasladığı yer ve zaman bile bir öncekiyle bire bir aynı.
Köstebek bu noktadan sonra iki vücut olmaya karar veriyor ve tıpkı izlediği insanlar gibi gömlek, pantolon giydiği ve onlar gibi görünen bir versiyonu o insanların arasına karışıyor. İnsan versiyonu çekici bulduğu kadının yanına oturup onun ilgisini çekmeye çalışıyor, bunu yaparken köstebek versiyonu da kendi insan versiyonunu eleştiriyor. Mesela; “keşke saçımı düzeltseydim, bu haliyle gülünç görünüyor.” gibi yorumlar yapıyor kendi görüntüsü hakkında. Sonuçta insanlarla hiç bir etkileşim kuramadan film bitiyor.
Ben kendi seyir deneyimimde şunları hissettim filmle ilgili olarak;
- Tıpkı Wings of Desire (Wim Wenders, 1987) filmindeki gibi insanları dışarıdan izleyen ve onların arasına karışmak arzusuyla bir seçim yapan bir karakter var. Bu kez karakterin kim ya da ne olduğu daha belirsiz. Dünyanın kapitalist sisteminin olanaklarını kullanan bir grup insanının arasına girmeye çalışan bir alt-orta sınıf ya da bir küçük burjuva mı? Yoksa hümanizm ayrıcalıklarından yararlanmak isteyen bir hayvanın insan olma arzusu mu? Film bir çok farklı tarafa çekilmeye açık.
- İnsanların diyalog ve eylemlerinin sürekli tekrarlanması, oranın yapay bir ortam olduğu hissini uyandırıyor. Hatta bir simülasyon bile olabilir. Bu da içinde yaşadığımız düzenin bir eleştirisi gibi. Peki köstebek kendi öznel ve özgün gerçekliğinden vazgeçmek pahasına neden bu sistemin içerisine girmek istiyor? Onu çeken bir kadınsa, aşk ya da üreme isteği mi onu sistemin içine çekiyor? Evrenin ya da gezegenimizin bilinç dışı bir tuzağı mı bu? Düzen, gezegen ya da sistem insanları diğer insanlara aşık edip tuzağa düşürerek mi kendi devamlılığını sağlıyor?
- Köstebek insanların, yani sistemin içine girebilme umuduyla yeni bir persona yaratıyor ve onu insanların arasına yolluyor. Bu bizim toplumsal varlığımızı sürdürebilmemiz için yarattığımız personalarımıza çok benziyor. Fakat köstebek yarattığı personayı kusurlu ve eksik buluyor. Hatta ondan biraz da utanç duyuyor bile denebilir. Bu da bizim özümüz ve personamız arasında süregiden bir çatışmaya mı gönderme?
- İnsan kendi dünyasında tek başına var olamıyor ve kendi gerçekliğini kendisine ispat etmek için başka birinin bakışına, dokunuşuna ihtiyacı var. Yani başka birinin onu var etmesini istiyor. Yani kendi öznelliğiyle tek başına mutlu olamıyor. Var olmak umuduyla sisteme giriyor fakat hem sisteme uyum sağlayamıyor hem de yarattığı personadan memnun kalmıyor. Her şekilde bir kendinden memnun kalamama hali var. İki tarafta da olamama, arada kalma hali. Öz ve biçim arasında bir çatışma.
- Bu çatışmanın belirsizliği, belki de sistemin yapaylığı, anlamsızlığı duygusuyla film bitiyor.
Bu notları aldıktan sonra filmin konusunu okuyorum;
“Köstebek, Dünya gezegenindeki insanların yaşamlarını anlamaya çalışan bir ajan üzerine fantastik ve romantik bir film. İnsanların gündelik yaşamlarını anlamaya çalışan ajan, görevi gereği aslında fark edilmemesi gerekirken, kimsenin dikkatini çekememekten rahatsız olur ve onlardan biri olmak ister. Dünyadaki yaşamın bir illüzyondan ibaret olduğunu anladıktan sonra, ajanın dünyasında hayalle gerçek arasında bir yolculuğa çıkarız. Enyedi, 1980’lerin sonunda, politikanın var olmadığı, yaşamın günlük rutinlerden ibaret olduğu ve zamanın döngüsel işlediği bir evren yaratıyor.”
Tabi ki bu sinopsis çeviriden kaynaklanan bir yorum da içeriyor olabilir. Çünkü IMDB’de bulduğum kısa açıklamada sadece şu yazıyor:
“An agent, sent to solve the secret of the lives of those who have a daily routine, wishes to be a part of them. After revealing the secret – that the whole world is a projected image – he enters this dream-reality.”
Aslında her iki şekilde de filme dair ön açıklama okumak belli bir takip mekanizması, bir kesinlik yaratıyor. Köstebek birileri tarafından gönderilmiş bir ajan. Dünyadan ya da dünya dışından ona bir görev verildiğini biliyoruz. Bu belki de benim yaptığım çıkarımlara benzer bir anlama geliyor; yani sistemin, çağdaş dünya düzeninin ona bilinç dışı bir şekilde verdiği ‘uyum sağlama’ görevi. Belki de somut bir görev veren taraf yok. Uyum sağlamak için de rutin ve sıradan hayatların gözlemini yapıyor. Bir süre sonra bu sistemin bir yansıma ya da yanılsama olduğu sırrını ortaya çıkartıyor ve gizem çözülmüş oluyor.
Ama soru şu; baştan konusunu okumuş ve belli bir anlama yönlendirilmiş olsaydım yine aynı çıkarımları mı yapardım? Filmin konusunu baştan okumadığım için filmde olan olayların bende yarattığı muallaklık hissi ve kendi çıkarımlarımı verilen ön bilgiden bağımsız bir şekilde yapma özgürlüğünü çok sevdiğimi belirtmeliyim. Gerçi sonradan konusunu okumak bende “aa şu kısım şunu mu anlatıyordu o zaman?” gibi bazı küçük heyecanlar da yarattı. Fakat tekrarlıyorum; eğer baştan konusunu okusaydım, kendimi başka bir gezegenden gelen bir ajanın hikayesini anlamaya mı zorlardım? Çıkarımlarımı belli anlamlar ya da kalıplara mı sokmaya çalışırdım? Filmle bu kadar özgür bir ilişki kurabilir miydim? Sanırım bunun cevabını tam olarak bilemeyeceğim ama deneyimimi bu şekilde yaşadığım için mutluyum.
Yönetmenin benim için bir sonraki filmi normal şartlarda Benim 20. Yüzyılım (AZ ÉN XX. SZÁZADOM, 1989) olacaktı. Olamadı çünkü korona virüs bir çok ülkede olduğu gibi Türkiye’de yayılmaya başladı ve sinemaya gitmeme kararı almak zorunda kaldım. Maalesef İstanbul Modern’de yapılan Ildikó Enyedi seçkisini sinema ortamında izlemeye devam etmeyeceğim. Ama bu demek değil ki (etik olmayan yollarla) filmi evde izlemeyeceğim! Yönetmenin ilk uzun metrajı ve hakkında çok güzel şeyler duydum. O yüzden en kısa zamanda bu filmi de izleyeceğim.
Bu arada korona virüs salgını yüzünden iyice eve kapanmayı da bir fırsata çevirip Ingmar Bergman’ın izlemediğim filmlerini izlemeye karar verdim. Bir sinema ortamı olmasa da projeksiyonda izlemek evde de oldukça keyifli oluyor. Yakınlarda olan uğrasın derdim ama virüsü yaymamak için bir süre bireysel hareket edeceğiz gibi görünüyor. Ama birbirimize film, kitap önerelim, bu süreci en azından bu şekilde verimli hale getirelim.
Herkese sevgiler ve sağlıklı hayatlar!