Emre- 19.12.2019
İki hafta önce İstanbul Modern’in yıllık üyelik kartını aldım. Bu zamana kadar gözümün önünde duran bu güzelliği nasıl keşfetmemişim şaşırdım doğrusu. Yani takip ettiğim bir film olduğunda münferit olarak giderdim ama nedense hiç üyelik düşünmemiştim. Üye olmadan öğrenci 18 TL, tam 20 TL verdiğim sinema bileti yerine indirimli olarak yıllık 110 TL’ye aldığım kartla tüm yıl bütün sergi, etkinlik ve film gösterimlerine gidebiliyorum. Biraz reklam gibi oldu ama gerçekten bunu yaptığıma o kadar sevindim ki yazmak istedim. Tam üyelik 210 TL, hesabı yaptığınızda göreceksiniz, hala çok hesaplı oluyor. Ayrıca yönetmen ve/veya oyuncularla söyleşiler de oluyor. Her gün mini bir festival gibi…
Eğer sürekli film izleyen ve filmi perdede izlemeyi seven biriyseniz bir düşünün derim çünkü gerçekten güzel program yapıyorlar. Mesela bu ayın programı “Biz de Varız!” başlığıyla hazırlanmış. İçeriğe dair kısa açıklamayı İstanbul Modern’in sayfasından olduğu gibi aktarıyorum:
“İstanbul Modern Sinema, Türkiye sinemasının en yeni filmlerini bir araya getirdiği Biz de Varız! programının bu yıl sekizincisini düzenliyor. Farklı hikâyeler, karakterler, anlatım tarzlarına sahip filmleri bir araya getirerek sinemamızda yeni soluklara odaklanan bu program, keşif filmlerden vizyonda yeterince yer bulamamış yapımlara uzanıyor. Uzun metrajlara ek olarak bu yıl kısalara da yer veren Biz de Varız!, filmlerle birlikte yönetmen, oyuncu ve film ekiplerini de izleyiciyle buluşturacak. “
Yıl boyunca takip edip de bir türlü festivalde ya da vizyona yakalayamadığım filmler programı yapmışlar resmen. Bu ayın programından şu ana kadar izlediğim filmler;
- Saf / Ali Vatansever
- Yaz Kış Demeden / Zeynep Güzel
- Küçük Şeyler / Kıvanç Sezer
- Ablam / Burcu Aykar
- Siyah Güneş / Arda Çiltepe
- Aidiyet / Burak Çevik ( İzlemeyenler için bugün, yani 19 Aralık 2019, saat 17.00’de yeniden gösteriliyor.)
Bugün de saat 15.00’te Kıvılcım Akay’ın Amina filmini izleyeceğim.
Merak etmeme ve bu programda olmasına rağmen yine de yakalayamayacağım bir iki filmi de paylaşayım ki, belki gitmek isteyen olur.
- Görülmüştür / Serhat Karaaslan – 22 Aralık – 13.00
- Cadı Üçlemesi 13+ / Ceylan Özgün Özçelik – 22 Aralık – 18.00
İzlediğim filmlerle ilgili aldığım bir kaç notu da paylaşayım:
Küçük Şeyler filmine hem eleştirmenlerden hem de izleyen bazı insanlardan methini çok duyduğum için aşırı bir merakla gitmiştim ama maalesef aşırı beğenerek izlemedim. Belki beklentilerim çok yükseltildiğindendir, bilmiyorum. Tabi ki vizyonda bir sürü kötü film varken bu filmin iki haftadan çok daha uzun bir süre vizyonda kalması gerekir, bu konuda eleştirmenlere katılıyorum. Ancak film hala ana akım bir yerden bakıldığında beğenilebilecek bir film gibi geldi bana. Dün Kadıköy Sineması’nda izlediğim Parazit filmi için de böyle hissettim mesela. Senaryoda çok zekice noktalar olmasında rağmen, çözülmeleri hep klasik yöntemlere başvurarak yapmış, çok risk alır gibi görünüp çok garantici bir noktada kalmış gibi hissettim iki film için de. Küçük Şeyler’e dönecek olursam, ana akım için iyi, arthouse için ortalama, hatta zayıf bir filmdi diyebilirim. Film sonrasında söyleşi olduğu için sevinmiştim ancak söyleşi sırasında filmde yardımcı rolü olan Bülent Emrah Parlak espri yapma çabalarıyla salonu domine ettiğinde sevincim içime kaçtı. Resmen bir komedyen terörü esti salonda. Seyircinin sorduğu her soruya en az bir şaka düsturuyla hareket edince biraz rahatsız edici oldu zira. Sosyal ortamda yüksek sesle espri yaparak yoldan geçen alakasız insanları bile güldürmeye çalışan abilerden biri vardı salonda. Neyse ki başrol oyuncularından Başak Özcan oradaydı da hem kendi karakterine dair hem de daha önceki söyleşilerden hatırladığı kadarıyla yönetmenin yaklaşımına dair daha derinlikli cevaplar verdi ve söyleşi biraz kurtuldu. Yalnız burada izleyicilere de bir çift lafım var; arkadaşlar, lütfen soru sorduğunuzda cevabını beklemeden alt sorularla konuğu bombardımana tutup, sonra kendi görüşlerinizi açıklayıp tekrar ve bambaşka bir soruyla devam etmeyin. Güzelce sorunuzu sorun, sonra dinleyin, lütfen.
Saf filmini izlerken tüm film boyunca cevabını düşündüğüm soru şuydu; neden Saadet Işıl Aksoy? Varoş bir ailede kocası inşaatlara, kendisi evlere temizliğe giderek güç bela geçimini sağlayan bir ailede, yemekte ağzındaki yağları ekmeğiyle silerek yemek yiyen, Fikirtepe varoşlarında yaşayan bir kadın için her ne kadar kötü kıyafetler ve hafif şiveli konuşması da olsa hala aşırı güzel ve zarif bir kadın vardı karşımızda. Oyunculuğunda yapaylık olmamasına rağmen bir dakika bile inanmadım o karakter olduğuna. Yani ne bileyim her gün temizliğe giden bir kadının ellerinin biraz daha bu ağır fiziksel işçiliği göstersin beklersiniz mesela. Tabi ki tüm zorluklara rağmen güzel ve bakımlı olabilir bir insan ama o kadar da olmasın canım, film bu, inandırıcılık için milyonda bir olanı değil ortalama olanı gerektirir bence. Yani ekmeği dudaklarına sürerek yedirmek yeterli değildi kısacası. Kaldı ki orada bile ekmeği tutuşu fazlasıyla zarifti. Filmin işlediği konular güncel olması bakımından ilgi çekiciydi. Suriyeli göçmenler, kentsel dönüşüm, soylulaştırma, ucuz ve güvencesiz işçiler gibi konuşulması gereken konuları işliyordu. Fonda bu konulara değinirken bir yandan da film boyunca açlık sınırında yaşamalarına rağmen kendi çıkarı uğruna bencillik yapmalı mı yapmamalı mı etik problemiyle uğraştı karakterlerimiz. Bu konuda da bazı yerlerde karakterlerin dönüşümleri biraz hızlı oldu. Mesela çok dürüst ve tarafsız, hatta güçsüzün tarafına yakın olan baş karakterimizi filmin ortalarında yaptığı eyleme -işini çalmak üzere olan Suriyeli bir göçmeni inşaattan aşağı itmeye çalışıyor- onu götürecek kadar iç ve dış çatışma yaşadı mı, o kadar büyük bir dönüşüm gerçekçi mi oturup tartışmak lazım. Ama her şeye rağmen toplumun kanayan yaralarına değinmesini değerli buluyorum. Diğer yandan filmde yenilikçilik, orjinallik arıyorsak, ki ben arıyorum, o konuda pek etkilendiğimi söyleyemem.
Sanırım orjinallik diyince Burak Çevik’in Aidiyet filmine geçmek doğru olur. Burak’la henüz filmin çekimlerine başlamadan önce konuştuğumuzda filmin biraz belgesel gibi olacağından, sabit mekanlar izleyeceğimizden bahsetmişti. Kurgu sırasında konuştuğumuzda kendisine belgesel gibi mi hala dediğimde ise “alakası yok” diye cevap vermişti. Burak’ın form konusundaki deneme ve arayışlarını da bildiğim için filmi uzun süredir merakla bekliyor ve yakalamaya çalışıyordum. Sonunda Burak’ın da söyleşi için salonda olduğu bir gösterimi yakalamak çok keyifliydi. Filmin formu gerçekten de orjinaldi. Uzun ve sabit çekimler eşliğinde bir cinayetin zanlısının mahkeme ya da polis tutanaklarını dinliyoruz. Tutanakları filmin ikinci yarısında katil zanlısını canlandıran oyuncunun sesiyle dinliyoruz. Filmin neredeyse ortalarına geldiğimizde sabit mekan ve üst ses anlatımı bitiyor, ekrana yönetmenin ismi, kime adandığı gibi yazılar çıkıyor, o anda filmin bittiğini düşünen bir kaç kişi aman söyleşiye yakalanmayayım diye sinsice salondan dışarı süzülüyor, kimileri filmin bitip bitmediğini anlamak için saatine ve etrafına bakınıyor, derken filmin ikinci kısmı başlıyor. Tam da sinemada aradığım heyecan, belirsizlik, merak ve boşlukta süzülme hali… Sonra cinayeti planlayan çiftin tanıştıkları ve birbirlerine aşık oldukları günü izliyoruz. Tabi ki ikisi de birbirine aşık mı emin değiliz. Çünkü bir konuşmada atların sahiplerine güvenmeleri için kullanılan join-up diye bir teknikten bahsediliyor. Bu teknik yoluyla manipüle edilen at artık sahibine itaat etmeye başlıyor. Burada Onur’un manipüle edilen at, Pelin’in ise manipüle eden sahip oldukları düşünülebilir belki de. Bu tip konular hep belirsizliğini koruyor çünkü Burak filmden sonra yapılan söyleşide bile bazı soruları açıkça “bunun soru olarak kalması lazım” diyerek cevaplamıyor. Filmin büyüsünü kaçırmamak için doğru bir hareket. Not alındı… Bu filmi çok özel yapan asıl nokta ise cinayetin gerçek bir olay ve kurbanın da Burak’ın teyzesi olması. Filmin başında teyzesine yazdığı bir mektubu kendi sesinden dinliyoruz ve film öyle başlıyor. Bu kadar travmatik ve bireysel bir konuyu, sinemacı mesafesini ve nesnelliği kaybetmeden ve klişelere kaçmadan işlediği için kendisine teşekkürlerimi bir kez daha iletiyorum. Film bittikten sonra eve koşup kendi filmime çalışma isteği uyandırdı Aidiyet. Bu ilham vermek değilse ne? Bu filmle ilgili konuşacak, yazacak çok şey var ama ben de büyüsünü kaçırmamak için burada bırakayım. İzleyenlerle sonra daha uzun konuşabiliriz.
Son olarak aldığım bir kaç notu daha paylaşayım:
- İstanbul Modern’in kafesini Coffee Manifesto işletiyor. Kadıköy’de iki şubesi olan bu kafe bence İstanbul’un en güzel kahvesini yapan bir kaç mekandan biri. Ayrıca İstanbul Modern üyelik kartınız varsa tüm şubelerinde %10 indirim yapıyorlar.
- İstanbul Modern’in geçici yeri Asmalı Mescit’te. Etrafta bir çok başka sergi ve etkinlik mekanı da var. İksv, Pera Müzesi, Soho House, Arton vs…
- Ayrıca vegan olanlar için bir kaç tavsiye; Asmalı Mescit dürümcüsünde çok güzel bir sebzeli durum var. Yalnızca içinden vegan olmayan patlıcan beğendiyi çıkarttırıp yerine humus koydurun, efsane oluyor. Community Kitchen ve Zencefil de buraya yakın. Cihangir’e inerseniz Vegan İstanbul, Hanımeli gibi alternatifler de var. Eğer yemeğin yanında bir de bira içeyim derseniz Cihangir’deki Babel’e gidin. Çok fazla vegan alternatifi ve güler yüzlü çalışanlarıyla harika bir pub.
Sonraki günlüklerde görüşmek üzere.
Mansur Yıldırım
Teşekkürler.
Festival Kit
Biz teşekkür ederiz.
SEO Reseller Program
Awesome post! Keep up the great work! 🙂
AffiliateLabz
Great content! Super high-quality! Keep it up! 🙂