Emre- 21.03.2020
Sinemada Etik
Dün okul arkadaşım Belkıs’ın sosyal medya hesabında yaptığı paylaşım sayesinde Shutter isimli kısa filmi izledim. Film, uzun süredir düşündüğüm, cevabını sezgisel bir katmanda bildiğimi düşünsem de bunu “gereksiz duyar kasan tip” olmadan nasıl açıklayacağımı pek bilemediğim bir konu hakkında tekrar düşünmeme sebep oldu. Öncelikle soruyu en basit haliyle ortaya koymaya çalışayım.
“Sinema filmi ya da herhangi bir sanat eseri etik değerlerden üstün müdür?” Hatta soruyu biraz daha çeşitlendireyim. “Eğer üreteceğimiz sanat eseri, nihai olarak bakıldığında etik değerleri, insani olanı anlatmaya çalışıyorsa, eserin üretim aşamasında bu kuralları çiğnemek mübah mıdır?”
Bu konuyu birkaç örnekle irdelemeye çalışacağım.
Gelecek Uzun Sürer
İlk uzun metrajı Sonbahar filmini çok severek izlediğim Özcan Alper’in ikinci uzun metrajı Gelecek Uzun Sürer filmini de Mubi’ye gelince hemen merakla izledim. Öncelikle şunu söyleyeyim; filmi, anlattığı konuyu ve anlatım şeklini çok beğendim. Her iki filmde de doğa ve ölüm temaları işleniyor ve siyasi ve etnik nedenlerden dolayı acı çeken, ölen insanlara da bir ağıt yakılıyor gibi hissettim. İki filmi de sinematografik olarak da çok beğendim. Fakat etik açıdan kafamı kurcalayan şu oldu;
Gelecek Uzun Sürer filminin açılış sahnesinde vurulan at gerçekten vuruluyor mu, o sahne nasıl çekildi, at zarar görüyor mu? Çünkü eğer azınlık olan grupların etnik kökenleri, dinleri, siyasi görüşleri yüzünden öldürülmeleri, acı çekmeleri kötüyse aynı şekilde insanlara göre daha dezavantajlı konumda olan hayvanların, filmlerin daha iyi olması için, sırf güçlü bir metafor yaratmak uğruna öldürülmesi, acı çektirilmesi ya da uyuşturulması ne kadar doğru? Veya hayvanın çektiği acıyı, filmin ulaşacağı başarı ve seyirci sayesinde oluşturacağı bilinçlenme göz önüne alındığında kabul edilebilir bir kayıp olarak mı düşünmeliyiz?
Nasıl çekildiğini bilmediğim için burayı daha fazla deşmek istemiyorum. Belki at burada hiç bir zarar görmemiştir. Tabi ki fiziksel zarar görmemesi psikolojik bir travma yaşamayacağı anlamına da gelmiyor diğer yandan. Sonuçta orada neler olup bittiğini anlamıyor hayvan, dolayısıyla rızası da olamıyor. Neyse, bu noktada başka bir filme ve yönetmene geçmek istiyorum çünkü Özcan Alper’in çektiği bu sahneyle ilgili detaylı bir bilgi bulamadım.
Duvar
Yılmaz Güney’in bir filminde bir köpek öldürülüyordu ve filmin sonrasında izlediğim bir röportajda sahnenin inandırıcı olması açısından köpeği gerçekten öldürdüğünü anlatıyordu Yılmaz Güney. Köpeği besliyor, seviyor, bir anlamda az sonra ona yapacağı şey için önden özrünü diliyor ve sonrasında köpeği öldürüyordu. Yanlış hatırlamıyorsam filmde kendisi oynamıyordu ama filmin yönetmeni olarak bu eylemi kendisinin yapmasının daha uygun olacağını söylüyordu. Maalesef bunun hangi filmde olduğunu hatırlayamadım ve dolayısıyla kamera arkası görüntülerini de bulamadım.
Fakat bunu araştırırken Yılmaz Güney’in Duvar filmi çekimleri sırasında kaydedilen bir kamera arkası görüntüsünde oyuncularına yaptığı konuşmayı buldum. Görüntünün ilgili kısımlarını aşağıda paylaşıyorum. Videoların başlarından ve sonlarından da bir miktar uzattım ki cımbızla bazı bölümleri seçip konuyu bağlamından kopartarak Yılmaz Güney’i canavar ilan etmek gibi bir derdim olmadığı noktasında iyi niyetimi peşinen belirtmiş olayım. Hatta videonun tamamını görmek isteyenler için de link burada: https://www.youtube.com/watch?v=26RQH7CbxBE
Video 1:
Videonun bu bölümünde Yılmaz Güney film çekme sürecini bir savaşa benzetiyor ve bu yolda yaşanabilecek kırgınlıkların, sakatlıkların ve hatta ölümlerin bile sonuçta ortaya çıkacak olan eserin iyi olması için göze alınabilir kayıplar olduğunu ima eden bir konuşma yapıyor oyuncularına. Ben öyle anlıyorum, yanlış anlıyorsam lütfen beni uyarın. Dediğim gibi amacım kimseyi kötülemek değil. Temelde sektörün geneline hakim olduğunu düşündüğüm bir durumu irdelemeye çalışıyorum sadece.
Video 2:
İkinci videoda sahnesi gereği ağlaması gereken bir çocuğun ağlamadığını/ağlayamadığını anlıyoruz. Kendisinden cüsse olarak ve de belki yaş olarak da daha büyük bir oyuncu arkadaşı küçük olan çocuğa ağlaması gerektiğini anlatırken yakasından tutup silkiyor ve ağlamazsa küsmekle tehdit ediyor. Çocuk belki sonunda Yılmaz Güney tarafından öpülüyor ve sevgi görüyor ama yine büyük çocuğun dediğinden öğreniyoruz ki iki çocuğun da ağlaması için Yılmaz Güney çocuklara tokat atmış ve tokat sonrasında büyük olan ağlayabilmiş. Diğerinden de aynısını bekliyor. Sonuçta ceza/ödül mantığıyla zorla kendisinden istenen oyun alınmaya çalışılıyor/alınıyor. Çocuk arkadaşları tarafından baskı yiyor ve ağlamazsa sosyal grup tarafından dışlanacağı korkusu yaşıyor muhtemelen. Sonuç olarak çocukta travma yaratabilecek bir deneyim olabilirdi bu, belki de oldu. Film bittiğinde filmin ne kadar başarılı olacağı bu çocuğu gerçekten ilgilendiriyor mu? Silah zoruyla oynamıyor belki ama rızası var diyebileceğimiz bir yaşta mı? Bu durumda yönetmenin çocuktan istediği oyunu alabilmesi için onu tokatlaması etik mi?
Eğer bunda bir sorun yok diyorsak ortaya çıkacak olan sanat eserini bir insandan, onun psikolojisinden ya da köpek örneğinde olduğu gibi bir hayvanın canından daha üstün tutmuş oluyoruz ve sanki sanat eserini kutsallaştırıyormuşuz gibi geliyor bana. Bu da beraberinde sanat için yapılan her şey mübahtır gibi tehlikeli bir düşünce biçimi getirmiyor mu? Ne olacak canım, altı üstü masum bir tokat, öğretmenimizden az mı tokat yedik diyenler olacaktır elbet. Ya da köpeğin ölümünü film için basit bir kayıp olarak görenler de olabilir. Peki ama bunun sınırını, çizgisini nereye çekeceğiz? Zira eğer bu çizgi çekilmezse masum görünen örneklerin daha tehlikeli örneklere varmasını nasıl engelleyeceğiz? Hatta daha da ileri götürerek bir benzetme yapayım; filmin hayrı için yapılan her şey mübahtır düşüncesi din ve Allah için savaşıldığında can almanın mübah sayıldığı durumlara benzemiyor mu biraz? Burayı fazla deşmeden başka bir örneğe geçmek istiyorum.
Paris’te Son Tango
Paris’te Son Tango filmini belki bir çoğunuz izlemiştir, ben izlemedim. Bir şekilde yolumun kesişmediği filmlerden bir oldu bu film de. Bu filmin yönetmeni Bernardo Bertolucci, filmin başrol oyuncusu Marlon Brando’yla birlikte filme son dakika eklediği bir tecavüz sahnesinin gerçekçi olabilmesi için filmin kadın oyuncusu Maria Schneider’a son dakika haber vererek bu sahneyi çekiyorlar. Maria Schneider ise ne tepki vereceğini bilemeden, muhtemelen henüz 19 yaşında olmasının verdiği bir kafa karışıklığıyla o an bu sahnenin çekilmesine itiraz edemiyor ve duygusal şiddete maruz kalıyor. Hatta bir röportajında şunları söylüyor “Bu sahne orijinal senaryoda yoktu. Gerçek şu ki, bu fikri bulan Marlon’du. Bana sahneyi çekmeden hemen önce bundan bahsettiler, çok sinirlenmiştim. Menajerimi ya da avukatımı arayıp sete gelmelerini sağlamalıydım, çünkü kimseyi senaryoda olmayan bir şeyi yapmaya zorlayamazsınız, ama o dönemde bunu bilmiyordum. Marlon bana ‘Maria, dert etme, bu yalnızca bir film’ dedi. Ama sahne sırasında, Marlon’un yaptığı şey gerçek olmasa da ben gerçek gözyaşları döküyordum. Kendimi aşağılanmış hissettim, açıkçası biraz tecavüze uğramış gibi hissettim, hem Marlon hem de Bertolucci tarafından.” Haberin linki…
Schneider ve Bertolucci’nin Verdiği Röportajlar:
Haberin devamında yer alan yönetmenin verdiği röportajdan bir kısma daha bakalım. 2013 yılında kendisiyle yapılan bir röportajda şunları söylüyor Bertolucci:
“Zavallı Maria… Filmden sonra bir daha görüşmedik, çünkü benden nefret ediyordu. Tereyağı sahnesi fikrini, çekim sabahı Marlon ile birlikte bulduk. Maria’ya aslında bir manada korkunç davrandım, ona neler olduğunu söylemedim. Çünkü onun bir aktris olarak değil bir kız olarak tepki vermesini istiyordum. Yaşadığı aşağılanmaya tepki vermesini istiyordum… Tereyağının kayganlaştırıcı olarak kullanılacağı detayını kendisine söylemediğimiz için sanırım benden ve Marlon’dan nefret etti. Bundan dolayı kendimi çok suçlu hissediyorum.”
Bertolucci, kendisini suçlu hissettiğini söylese de “Bu sahneyi bu şekilde çektiğiniz için pişman mısınız?” sorusuna şöyle cevap verdi:
“Hayır, ama kendimi suçlu hissediyorum. Suçluluk duyuyorum ama pişman değilim. Bazen film yapmak için, bir şey elde etmek için tamamen özgür olmak gerekir. Maria’nın aşağılanmış, öfkelenmiş rolü yapmasını istemedim; Maria’nın rol yapmasını değil öfke ve aşağılanmayı hissetmesini istedim.”
Maria Schneider yıllar sonra bir röportajında şu ifadeyi kullanıyor; “Gerçekten gözyaşı döktüm. O filmden sonra kendimi uyuşturucu haplara verdim ve intihar etmeyi bile düşündüm.”
Maria Schneider’ın ölümünden 5-6 yıl sonra ise filmin yönetmeni tarafından yeni yorumlar geliyor;
“Son bir kez, saçma bir yanlış anlaşılmayı açıklığa kavuşturmak istiyorum… Bazıları, Maria’nın şiddet sahnesinden haberdar edilmediğini düşündü ve düşünüyor. Yanlış! Maria her şeyi biliyordu çünkü senaryoyu okumuştu, senaryoda her şey açıklanıyordu. Tek yenilik tereyağı fikriydi. Yıllar sonra öğrendiğime göre Maria’yı inciten buydu, sahnede maruz kaldığı ve filmin senaryosunda öngörülen şiddet değil. Bazı insanların hâlâ ekranda gördüklerinin gerçekte yaşandığına inanacak kadar naif olması hem avutucu hem üzücü. Sinemada seksin (neredeyse) her zaman simulasyon olduğunu bilmeyenler muhtemelen John Wayne her düşmanını vurduğunda da o kişinin gerçekten öldüğünü sanıyordur.”
Duygusal Şiddete Maruz Kalmak için “Gerçekten” Tecavüze Maruz Kalmak Gerekir mi?
Tamam, belki gerçekten bir tecavüz yaşanmadı ve Schneider senaryoya eklenen yeni sahneyi okumuştu ve oynamayı kabul etmişti ama bu yine de ona zarar verilmediği anlamına mı geliyor? Bu noktada şöyle düşünenler olacaktır; madem istemiyordu neden itiraz etmedi, kafasına silah mı dayadılar? Modern hayatlarımıza mobbing kavramı bile gireli çok az bir zaman olmadı mı? Hangimiz istemediğimiz halde işimizi kaybederiz, sevgilimizi kaybederiz ya da başka bir kaygıyla istemediğimiz durumlarda kalmamışızdır? Duygusal şiddet ya da psikoljik şiddet kavramları hayatımıza gireli ne kadar oldu? 1972 yılında, 19 yaşında bir kadın kendinde bunu söyleme gücü bulamamış olabilir. Bu o durumdan rahatsız olmadığı anlamına gelmiyor. Yönetmenin, oyuncusu için “onun bir aktris olarak değil bir kız olarak tepki vermesini istiyordum.” demesi bile yaptığı işin, sinemanın her şeyden üstün ve etik kurallardan muaf olduğunu ve filmin iyi olması uğruna oyuncuları sömürülebilecek araçlar olarak gördüğünün bir göstergesi bana göre. Zira yıllar sonra bu konuda konuşacak cesareti kendisinde bulduğunda Bertolucci ve Brando’nun kendisini manipüle ettiklerini ve bu olaydan sonra travma yaşadığını ve kendisini ruhsal olarak asla tam olarak toparlayamadığını ifade etmişti.
Shutter
Şimdi konunun en başına dönerek bana bu düşünceleri tekrar hatırlatan filmden, yani Shutter’dan bahsetmek istiyorum. Çünkü film, sektördeki başka bir sömürüyü, set ekibinin sömürüsünü anlatıyor. Dizi ve reklam filmlerinde 8 yıl çalışmış biri olarak filmdeki karakterle çok kolay bağ kurdum tabi ki.
Filmdeki karakter -muhtemelen stajyer reji asistanı çünkü bütün ayak işlerini o yapıyor- reji ekibinin kendisinden istediği bir görevi yapmaya çalışırken kendisini etik bir çıkmazın içinde buluyor ve öyle arada kalıyor ki birden ağlamaya başlıyor. Filmin büyüsünü kaçırmamak için çok anlatmıyorum çünkü aşağıda linkini vereceğim, kendiniz izleyin istiyorum. Kadının filmde ağlaması içine girdiği iç çatışmayı çok iyi anlatıyor, neden mi? Çünkü sinema sevgisi yüzünden sömürüldüğü bir ortamda, dokunsan ağlayacakmış gibi bir ruh hali içerisinde çalışmaya çalışıyor. Bir çok genç sinemacı gibi ya parasız çalıştırılıyor ya da ödemelerini zamanında alamıyor, dolayısıyla kirasını ve faturalarını ödeyemiyor, tatil yapamıyor, insan üstü çalışma saatlerine maruz bırakılıyor ve de belki hepsine yine de dayanabilecekken durumu en dayanılmaz kılan şey, ne yaparsa yapsın bir türlü takdir göremiyor! O yüzden kendisine dokunan bir durumda kaldığı anda hıçkırarak ağlamaya başlıyor. Sektörden de çıkmak istemiyor muhtemelen çünkü sinemayı çok seviyor ve bir yerlere gelmek için bunlara katlanmak zorunda olduğunu biliyor. Sektör de onun/bizlerin bu sevgisini söze dökülmeyen bir “senin yerinde olmak isteyen kaç kişi var biliyor musun?” kozu sayesinde sömürdükçe sömürüyor. Onu o kadar iyi anlıyorum ki, filmin içine girip, “üzülme, geçecek” demek istiyorum. 12 dakikalık bu kısa filmi lütfen izleyin: Shutter vimeo link
Bazı Film Önerileri:
İmparatorluk’ta Zor Bir Gün
Hatta bu filmi izlerken aynı konuyla ilgili benzer bir film olan “İmparatorluk’ta Zor Bir Gün” filmi aklıma geldi. Bu filmde sanat yönetmeni asistanı olarak dizi setinde çalışan bir kadının hikayesi anlatılıyor. Sektörde duygusal ve maddi açıdan sömürülen bir çok meslektaşımın hikayesi de diyebilirim bu film için. Türkiye yapımı olan bu kısa filmin henüz online bir platformda olup olmadığıyla ilgili bir bilgiye ulaşamadım ancak merak ederseniz yönetmeni Sezen Kayhan ya da yapımcısı Beste Yamalıoğlu’na ulaşmaya çalışabilirsiniz. Ben merak ettiğim bir film olduğunda yüzsüzlük yapmaktan çekinmiyorum.
Çok da uzatmadan başta sorduğum sorulara geri döneyim. “Sinema filmi ya da herhangi bir sanat eseri etik değerlerden üstün müdür?”, “Eğer üreteceğimiz sanat eseri, nihai olarak bakıldığında etik değerleri, insani olanı anlatmaya çalışıyorsa, eserin üretim aşamasında bu kuralları çiğnemek mübah mıdır?”
Hem filmlerin içinde yer alan oyuncular ve hayvanlar açısından hem de kamera arkasında çalışan ekip açısından bu soruları sürekli aklımızın bir köşesinde bulundurmamız gerekiyor bence. Benim düşünceme gelecek olursam, sanat da dahil olmak üzere hiç bir şeyin yaşamın kendisinden daha kutsal olduğuna inanmıyorum.
Kutlama
Son olarak, madem yaşamın kutsallığından bahsettim, yazıyı bitirmeden önce içinizi açacak bir kısa film önerisinde bulunayım.
Elif Sözen’in dokuz dakikalık Kutlama filmi henüz bir kaç gün önce online izlemeye açıldı. Benim Barisfer filmimle beraber Uşak Uluslararası Kanatlı Denizatı Kısa Film Festivali’nin gösterim seçkisindeydi bu film. İlk defa o vesileyle izlemiş ve yönetmeni Elif’le tanışmıştım. Kendisi aynı zamanda reklam ve sinema filmlerinde reji asistanlığı yapan bir meslektaşım. Bu filmiyle de hayvanların yaşamlarına dair güzel şeyler söylüyor.
Hepinize iyi seyirler ve sevgiler!