9 Ekim 2021, Yusuf Emre Yalçın | BFI Londra Film Festivali
Yaramaz Çocuklar filmini yılın başında Visions Du Reel Film Festivalinde izlemiştim ve çok beğenmiştim. Daha sonra benim filmimin de yarıştığı 40. İstanbul Film Festivali’nin Ulusal Belgesel bölümü filmlerinin arasında gördüm ismini fakat festivale az bir süre kala gizemli bir şekilde film artık listede değildi. Açıkçası hem üzülmüş hem de içten içe sevinmiştim, ne yalan söyleyeyim. İnsaların bu filmi mutlaka görmesi gerektiğini düşünen topluma duyarlı tarafım, kendi filmimin öne çıkmasını arzulayan bencil tarafımla savaşıyordu diyebilirim. Neyse ki Yaramaz Çocuklar Türkiye’de bir çok başka festivalde seyirciyle buluştu. Dünyada ise çok önemli başarılara imza attı.
Ahmet’le BFI Londra Film Festivali sırasında Curzon Sinemasında buluştuk ve filmin yapım süreci, Türkiye’de yarattığı hem içeriğine hem de biçimine dair tartışmaları, hem de kendi hayatı hakkında konuştuk.
“Zeynep, üniversite eğitimine devam edebilmek için açık liseye kaydolmuş ve bir fabrikada çalışmaya başlamıştır. Ağabeyi Mahmut ise görücü usulü evlendiği eşinden ayrılmaya karar vermiştir. İki kardeşin bu sıra dışı değişimi, hem muhafazakar ailelerinde, hem de geleneksel bir hayatın sürdüğü köyleri Keskincik’te huzursuzluğa neden olur. 20 yıl önce, benzer bir süreç geçirmiş ve eğitimine devam edebilmek için Keskincik’ten ayrılmış olan abileri Ahmet tarafından çekilen bu belgesel, geçmişle bugün, eskiyle yeni arasındaki çatışmanın öyküsü”
Yusuf Emre Yalçın (YEY) – Uzun zamandır Türkiye’de değilsin sanırım. Benim de yeni göçmüş bir insan olarak şu sıralar en çok merak ettiğim konulardan biri bu. Nasıl bir süreçten geçtin kendi göç deneyiminde?
Ahmet Necdet Çupur (ANÇ) – Evet, uzun zaman oldu. Sana iyi şanslar çünkü kolay olmadığını iyi biliyorum. Sanırım benim de hep doğamda vardı bir yeri bırakıp başka yere gitmek. Altı yaşımdan itibaren başladı. Altı yaşında Keskincik köyünden başka bir köye gittim. Maalesef okul ihtiyacı ya da isteği kimsede doğmadığı için biz üç arkadaş olarak başka bir köydeki okula gitmeye çalıştık. Altı yaşında bir çocuk nasıl bunların farkına varır diye soruyorsun, ben de soruyorum. Bilmiyorum ama mavi okul üniformasını giyen bir kaç kişiyi gördükten sonra ben, Hüseyin ve Raken diye başka bir arkadaşla birlikte bir anda onları takip etmeye, başka bir köye, okula gitmeye başladık. Ben altı yaşındaydım, Raken mesela 10 yaşındaydı ve hiç okula başlamamıştık çünkü kimliğimiz yoktu, resmi olarak hiç bir şeyimiz yoktu. Ondan sonra orta okul için Antakya’ya taşındım. Ortaokuldan sonra Romanya, Almanya, Amerika, Irak, Afganistan…
YEY – Bu taşınmaların sebebi neydi peki?
ANC – Seninle aynı. Başka bir dünyayı, başka şeyleri görmek için. Etrafımızda olan şeylerle yetinmek bana iyi gelmiyor. Şu anda Paris’te yaşıyorum, çok mutluyum, her şey çok iyi gidiyor, 10 yılı geçti orada yaşayalı ama yine de insan sürekli başka bir şeyi arıyor. Bunun için geri döndüm mesela. Hiç anlamadığım şeyleri tekrar anlamak için. Ailenin ne demek olduğunu, evin ne demek olduğunu, milliyetin, ülkenin ne demek olduğunu anlamaya çalıştım.
YEY – İşe yaradı mı?
ANÇ – Sanırım bu hayat boyu süren bir süreç, onu anladım. Ama yaptığım belgesel bana ailenin ne olmaması gerektiğini öğretti.
YEY- Necati Sönmez’in yazısında bununla ilgili bir şey vardı. Sanırım ailenin özeliyle ilgili bir film yapıp herkese göstermenle ilgili olarak bazı eleştiriler gelmiş sana ve filmine karşı. Necati Sönmez de ailelerin çocuklarını suistimal edebildikleri durumundan bahsetmişti. Ben de ona katılıyorum açıkçası. Kötü niyetle yapmıyorlar belki ama baskıcı olmak kültürde var ve onlara normal geliyor ve yapıyorlar bir şekilde. Ve böyle bir durum varsa tabi ki suistimal edilen, ezilen tarafın bu baskıyı teşhir etmesi en doğal hakkı diyordu Necati Sönmez. Ailenin özeli olarak kutsallaştırdığımız mekanlar çocukların travmatik deneyimlerine dönüşebiliyor. Durum böyle olunca da olay toplumsal boyutta ele alınması gereken bir duruma dönüşüyor. O yüzden bence de tabi ki gösterilecek ki toplum bunu görsün ve düzeltsin.
ANÇ – İnsanların nasıl algıladığı onların seçimi. Yani gerçekten insanların bu şekilde mahremiyeti, ailesinin mahremiyetini açıklıyor demeleri bana garip geldi çünkü kötü şeyler olduğu ve gösterildiği zaman mahremiyet oluyor, oysa iyi şeyler göstersek o zaman hiç kimse mahremiyetten konuşmaz. Değerlerimize karşı gelen herhangi bir şeyi anlatmaya kalktığımız zaman hep bu şekilde tepki görüyoruz ve bu çok normal. İnsanlar tepki göstersin ama yeter ki bu duyarlılık olsun. Mahremiyet mi? Peki, mahremiyetimi gösterdim. Kendi ailemin mahremiyetini gösterdim ve onlarla olan ilişkim bir şekilde barışık. Onların izniyle ben bu filmi yaptım. Ama hiç bir şekilde niyetim ailemin kötü yanlarını göstereyim, kız kardeşim haklı, o haksız, bu tip kısa vadeli düşüncelerim yoktu.
Benim ailem bir şekilde kendi yolunu kaybetti. Benim ailem her zaman geleneksel bir aileydi ama dinci, yobaz ve bu şekilde şiddet dolu insanlar değillerdi. Bunlara hak veren maalesef yönetim şeklimizden gelen bir zihniyet. Filmin içinde bazen onları dizi izlerken görüyoruz. Bu dizilerin hepsine baktığımız zaman ilk önce Aşk-ı Memnu ile başladık ama şu anda hep askeriye, hep milliyet, hep Osmanlı, hep dini şeyler sürekli dönüp duruyor. Bunlardan güç alarak benim babam gibi insanlar ya da annem gibi insanlar “Allah bizi evde yarattı, sen evde kalacaksın”, diyorlar. Eskiden bizim önümüze taş koydukları zaman değerleri daha farklıydı, işti mesela. ‘Ne yapacaksın, kazanamazsın, şehirdeki çocuklar senden çok daha ilerdeler’, gibi bir şey vardı. Şimdi ne var, ne diyorlar, ‘sen kimsin ya, sana ne oluyor ki, gidip çalışacaksın, boşanamazsın’. 2021’deyiz, maalesef o kadar fazla çocuk evliliği var ki. Bazı en önemli soruları sormak yerine, onların çözüm yoluna girmek yerine, bunun için adım atmaya kalkan küçücük bir yönetmenin ilk filmini bu şekilde algılıyoruz. Algılasınlar, onların bileceği bir şey.
YEY – Peki, belgesel mi kurmaca mı tartışmasına biraz geri döneceğim tekrar. İlk konuştuğumuzda kayıtta değildim zira. Bence artık bitmesi gereken bir tartışma bu arada çünkü belgeselin sınırları artık çok genişledi ve çok yaratıcı bir alana dönüştü. En azından filmi anlamak için yapıcı bir tartışma olarak yapılmalı ille de yapılacaksa, kategorize etmek için değil. Belgeselin içine kurmaca da koyulabilir, deneysel şeyler de eklenebilir bana göre ama Türkiye’de hala ara ara devam eden, kurulmuş bir plan görüldüğünde “hah, belgesel değil bu kurmaca” diye yargılayıp bir kategorize etme durumu oluşuyor. Bu senin filminin de başına geldi. Bu tartışmalarla ilgili ne hissettin?
ANÇ – Aslında o kadar fazla takip etmiyordum. Necati Sönmez’in güzel yazısını bana yapımcım gönderdiği zaman bir anda farkına vardım. Ama eğer insanlar veya sinema eleştirmenleri bu şekilde yorumlara gidiyorsa sanırım en büyük görev bize düşüyor. Bizim filmciler olarak daha fazla bu tip filmler yapmamız gerekiyor. Hiç onların kabul etmeyeceği, kurmaca mı belgesel mi adlandıramayacakları filmler yapmamız gerekiyor o zaman. Onların ufkunu açacak olan bizleriz. Ama cümlelerle ve yazıyla olacak bir durum değil. Sadece filmlerimizle onların fikrini değiştirebiliriz. Tabi bu benim fikrim. Eğer onlar bu şekilde düşünüyorlarsa benim filmimle ilgili, bir şekilde bu yolun da kabul edilmesi için belki bu şekilde filmler yapmaya devam edebilirim. Nuri Bilge Ceylan’in sinemasını yedinci filmden sonra mı kabul ettik, ne zaman ettiysek onun gibi belki de belgesel türünü de bu şekilde kabul edebiliriz.
YEY- Türkiye’de fon bulamadığını söylemiştin. O süreç nasıldı? Nerelere başvurdun, nereler ret verdi?
ANÇ – Hiç bulamadım. Filmin başından itibaren Fransa’da başvurduğum bütün yerlerden fonları aldım. Amerika’da Sundance’ten aldık. Almanya’daki bir çok yerden aldık. Almanya-Türkiye ortak yapımından aldık. Filmin fonlanmasana herkes destek oldu, Türkiye haricinde. İlk Visions Du Reel’de 2019’da sunmuştuk. Ondan sonra İstanbul’da Köprüde Buluşmalarda, Antalya Film Forum’da, oralarda çok destek verdiler sağolsunlar. Bir tek festivallerde destek gördüm Türkiye’de. Onun haricinde hiç bir şekilde fonlarla ilgili sonuç alamadık. Çekim iznimi bile vermediler, çekim iznim bile yoktu.
YEY- Peki yapım süreci nasıldı? Önce fikri bulup mu çekmeye gittin yoksa oraya gittiğinde fikir ortaya çıktı ve öyle mi çekmeye başladın?
ANÇ – 2017’de kız kardeşim Zeynep nişanlıydı, —filmde gösterilmiyor çünkü o çekimler çok kötü olduğu için filme bir türlü koyamadım— 14-15 yaşında nişanlıydı. Ortaokulu bitirdikten sonra bir şekilde nişanlandırılmıştı. 14-15 yaşından sonra da yeni bir iş türü geldi o bölgeye. Filmde gördüğümüz, fabrikada çalıştığı iş türü aslında Avrupa Birliğinin desteklediği, kızların erken evliliğinin engellenmesi, onların eğitimine destek olunması için başlatılan yeni bir iş türüydü. Üç gün fabrikada çalışma, iki gün de okula gitme şeklindeydi. Ama maalesef AB’nin parasını alıp binlerce kız bu fabrikalarda çalıştırılıp, haftada 66 saat çalıştırıldıklarını bana söyleyince kız kardeşim, geliyorum dedim. Gelince de arkadaşımdan bir tane kamera aldım, ses sistemini aldım. Bu şekilde gittim küçük bir kamerayla. Oradayken de o kadar yıldan sonra dönünce normal iletişimimi bir türlü kuramayordum. Sürekli kameradan yola çıkaraktan bir şeyler kurmaya çalıştım. Kız kardeşimi yavaş yavaş tanımaya başlayınca fikir oluşmaya başladı. Film fikrinden önce onun hayatıyla ilgili sadece belki ona yardımcı olabilirim, eski köyümle ilgili de hatıramdaki bir çok şey kafamdan gitmişti, en azından evden, köyden biraz imajım olur diye düşünerek çekiyordum. Hiç belgesel yapacağım, kız kardeşimin hayatını anlatacağım gibi bir şey yoktu. Sadece olayların içerisine o kadar girince yavaş yavaş belgesel ortaya çıkmaya başladı. Bir kaç gün kalmak yerine iki buçuk ay kaldım. Fabrikayla ilgili çekimler istedim, çekim izni vermediler. Oradan telefonla gizli bir şekilde çektik. Yavaş yavaş evin içerisindeki olayların 20 yıl öncesine benzediğini ve hiç değişmediğini, hatta kötüleştiğini görünce evde kalmaya başladım. Evde kalınca Nezahat’la tanıştım. Nezahat’ın hikayesini duyduğum zaman yavaş yavaş onu da çekmeye başladım. Kardeşim Mahmut Kuveyt’te çalışıyor. Altı ayda iki hafta geliyor. İki hafta geldiği zaman 2018’in Ocak ayında onun hikayesini de duyduğum zaman bir anda duygusal olarak dayanamadım, bir şekilde durdurdum. Hani yeter artık yani, bunları kabul edemiyorum dedim. Köyden çıkıp şehirde biraz oturdum, sonra tekrar geri geldim. Artık yavaş yavaş fikir oluşmaya başlamıştı. İki buçuk aydan sonra tekrar Paris’e geri döndüm, o zaman yazmaya başladım filmi. Yazdığım zaman, dört beş ay içerisinde fonlar gelmeye başladı. Çünkü beş dakikalık kurgusunu da göndermiştim. Hem yazıp hem de beş dakikalık bir şey gösterdim.
YEY – Projeye ilk dahil olan insan, kurum ya da oluşum kimdi?
ANÇ – İlk tek başıma aldım Fransa’dan CNC dediğimiz fonlar, bizim kültür bakanlığı gibi, ilk onları aldım. Onları aldıktan sonra tekrar ikinci çekimlere gittim. Çekimlerden sonra benim kısa filmim Cannes film festivalinin Director’s Fortnight’ın bir bölümündeydi, orada bir yönetmenle tanıştım, o da beni yapımcı arkadaşıyla tanıştırdı. O şekilde yapımcıyı buldum. O da çekimlerin bir yıl sonrasına denk geliyor.
YEY – Çok güzel, adım adım büyüyerek ilerlemiş proje. Bunları soruyorum çünkü ben de film yapan bir insan olarak diğer insanların tüm bu süreçleri nasıl ele aldığı çok ilgimi çekiyor.
ANÇ – İnanılmaz büyük stratejiler gerekiyor maalesef. Özellikle yabancı ülkelerde yaşıyorsan. Şu anda mesela bir sonraki filmimi yapmak icin çok daha büyük bir yapımcı şirketle anlaşmak için onlara bütün ödüllerimden, kendimden, projemden bahsediyorum. Sonraki projem için de bir takım fonlar aldım. Yine Türkiye’de geçiyor. Evden çıktıktan sonra gençlerin karşılaştığı şeyler… ben cemaat yurdunda kaldım mesela. Bu filmde evdeki sorunları anlattım, bir sonraki projemde evden çıktıktan sonra bizim eğitim kurumlarında karşılaştığımız problemleri anlatıyorum.
YEY- Bu durumda yeni projen kurmaca olacak gibi anlıyorum.
ANÇ – Tabi, ben kurmacadan geliyorum zaten. Ama belgeselin gücünün ne kadar direkt olabileceğini hiç bilmiyordum. Yüz yıl çalışsam da böyle bir belgeseli kurmaca olarak çekemem. Bu belgeselin kendi üzerimde ve insanlar üzerindeki etkisini kurmacada hiç görmedim. Farklı etkiler vardı ama böyle bir etki yoktu. Ve umarım bundan sonraki projemde farklı bir etki yaratırım ve bu şekilde insanlara ulaşabilirim. Çünkü her ne kadar iyi kötü çatışması olsa da ebeveynler ve çocuklar arasında, hep belli bir insanlık vardı. Ve bunu kurmacada yakalayabilmemiz çok zor geliyor. Her ne kadar benim için belgesel ve kurmaca diye iki ayrım olmasa da. Sadece senin hikayen neyse, ne gerektiriyorsa onu yaparsın. Ama belgesel, özellikle bu tür belgeseller çok zor.
YEY – Filmin insanlarda yarattığını söylediğin direkt etkiler neydi? Nasıl geri dönüşler aldın?
ANÇ – Ailemi bir çok aile gördü. Kendi çocuklarıma bu şekilde davranmamak için ne yapabilirim diye sorular aldım. Bazı ebeveynler gelip de ben çocuklarımı okutmak için mesela Adana’da iki dairemi sattım dedi. Yani ben çocuklarım için şöyle şöyle fedakarlıklar yaptım diyorlar. Şunu merak ediyorum, o zaman neden eğitim sistemimizi sorgulamıyoruz. Neden senin çocukların normal hayatlarına devam ederken o kadar para harcama ihtiyacı duyuyorlar. Çünkü okullar bedava. Başka bir şehire gidiyorlar, ben yirmi yaşında bir insan olarak okurken çalıştım ama maalesef bana her çalıştığım yerde ödeme bile yapılmıyordu. Burada, İngiltere’de mesela çalıştığın zaman, bir barda çalıştığın zaman, akşam çalışıp gündüz de kendi projelerini yaptığın zaman senin hayatını devam ettirebilmen için bu sana yeterli oluyor. Biz öğrenciyken bunu yapmaya kalktığımız zaman olmuyordu. Bunları sorgulamak yerine ebeveynlerine haksızlık yaptı olarak algılanıyor. Belki de. Ama benim ebeveynlerimin haksızlığı benim üzerimde çok daha büyük. Bunları da sorgulamak lazım.
Benim sorunum ebeveynler değildi. Benim kişisel sorunum şu; aileyi hiç sorgulamıyoruz. Nerede olursa olsun, ister Amerika’da, ister İngiltere’de, ailenin biz çocuklar üzerindeki haklarını ve çocukların ebeveynler üzerindeki haklarını hiç sorgulamıyoruz. Filmin bunu getirebileceğini umuyordum. Bir şekilde artık babaların çocukları üzerinde bu kadar hakkı olmaması gerektiğini çocukların düşünmesi gerekiyor. Ya da ebeveynlerin aslında çocukları okutmak için iki tane daire satmaları gerekmemeli, bunu düşünmeleri lazım. Çocukların okuması için zemin hazırlamam gerekiyorsa bunun paradan geçmemesi gerektiğini anlayabilmemiz lazım. Benim senin gibi insanların maalesef o kadar eğitimden sonra ve hayata karşı duyarlılığımızdan sonra kendi ülkemizde varoluşumuzu devam ettiremememiz benim için çok üzüntü verici. Gençlerin başka yerlere gitmesi kadar doğal hiç bir şey görmüyorum. Amerika’ya, İngiltere’ye, Avustralya’ya, Afrika’ya, nereye gidersek gidelim bir şekilde gitmemiz, görmemiz gerekiyor ama sorunlardan dolayı gitmememiz gerekiyor. Görmek istediğimiz için gitmemiz gerekiyor. Belki de bunları düşünmemiz gerekiyor. Belki de kendi çocuklarımızın çocukları için bunları düşünmemiz gerekiyor.
Belgesel-kurmaca çatışmasını sinema dili olarak sürekli tartışacağız, her ne kadar bu tartışma 80’lerde 90’larda bitmişti sanıyorum, ama aslında bir şekilde filmin içeriğiyle ilgili tepki çekmesine seviniyorum. En azından hala duyarlı insanlar var. Ama sadece filmi çekerken aynı köy içerisinde üç tane kız öldürüldü orada. Ben gidip de kendi kızını öldüren komşumu jandarmaya söylediğim zaman onunla ilgili bir şey yapamıyoruz deniliyordu. 14-15 yaşında genç kızların çocuk doğurmasını çektiğim zaman bana oranın devlet hastanesinin baş hekimi, ‘Ya Fransa’da sorun yok mu, git oradaki sorunları çek”, diyordu. Doğru söylüyorsunuz dedim. Fransa’daki sorunları çekeyim ama ben buradaki sorunları çekmiyorum, buradaki hayatımızı çekiyorum dedim. Ve hiç bir kurumda iznim olmadığından dolayı bu belgesel sadece aile belgeseli gibi kaldı. Oysa kızlar açısından şu anda Türkiye’deki özellikle kırsal bölgelerindeki büyük sorunlarını anlatmak istedim ama hiç bir kurumdan ne çocuk evliliğiyle ilgili ne de çocuk yaşta kızların doğum yapmasıyla ilgili bir şeyler çekmek için izin alamadım. Fabrika çok büyük bir açık aslını istersen. Kızları okula göndermek yerine fabrikalarda çalıştırıyoruz. Erkek iç çamaşırı yapıyorlar, onu da gösteremedim. Her ne kadar benim dosyamda bunların hepsi yazılı olsa da.
Erkekler üzerinden bakıldığında ise cemaat yurtlarına gönderiliyoruz eğitime devam etmeye kalksak. Hala bunları konuşuyoruz değil mi? Bizim için yurtta kalmaya çalıştığımız zaman yurtlar olmuyor, cemaat yurtlarına gidiyoruz, hala o kadar fazla ki cemaat yurtları. O kadar şey yaşadıktan sonra bile. Erkekler açısından da bunu anlatmaya çalışıyorum. İlk filmde evi anlattım, bir sonrakinde de anlatamadığım şeyleri anlatacağım. Benim için doğru olan bunlar. Ülkeyi, Türkiye’yi çok seviyorum, çok güzel bir ülke, kendi ülkemi eleştirmiyorum. Sadece kendi hikayemizi anlatabileceğim şekilde anlatmaya çalışıyorum. Niye gidip de Fransa’nın köyündeki şiddetleri anlatayım ki? Kendi köyümün sorunlarını veye değerlerini anlatmak varken.
YEY- Maalesef Türkiye’de belgesel konusunda özellikle kimse hiç bir yere parmak basmasın istiyor kurumlar çünkü bir şekilde kültürümüzde üstünü örtmek diye bir şey var. Veya şiddet olduğunda biz karışmayalım, aile içi mesele diyerek mahrem diye tanımlanan bir alana itiyoruz, hatta konuşmak bile ayıp sayılıyor. Türkiye’de belgesele yaklaşım da böyle. Sırf belgesel bir yerleri kurcalıyor diye sinemacılar yargılanıyor, hapise atılıp filmleri yasaklanıyor, hala.
ANÇ – Mesela hapse atılan hiç bir filmcinin hikayesini bilmiyorum. Ben böyle bir hikaye duyarsam buna destek olmak için her şeyi yapmaya hazırım. Ben bu olaylardan haberdar değilim maalesef.
YEY – Şu yüzden değilsin muhtemelen çünkü olaylarla ilgili yazanları da yargılıyor ya da içeri atıyorlar. Sen hükümetin tutumunu eleştiren bir tweet atıyorsun ve bu tweetin terörü desteklediği sebebiyle seni göz altına alıyorlar. İnsanlar korkuyor o yüzden, oto-sansür uyguluyorlar.
ANÇ – Komşularım alındığında sesini çıkarmaya çıkarmaya beni almaya geldiklerinde sesini çıkaracak kimsenin kalmadığı o hikaye aklıma geliyor hep bu tür olaylar olduğunda. Belki de son 20-30 hatta belki de 100 yıllık Türkiye tarihi üzerinden bakarak artık herkesin üzerine düşen şeyleri de sorgulamamız gerekiyor. Kürtler ya da herhangi etnik farkı olan insanları, eskiden komünistleri alıyorlardı işte, sağcılar vardı, simdi Kürtleri alıyorlar. Sanırım bizim gibi insanlara düşen görevi de iyi yapmadık, sesimizi iyi çıkarmadık. Bu tür yobazlıklar karşısında, babam karşısında ne yapacağımı bilemiyorum. Kendi kız kardeşimi bile kurtaramıyorum. Ama hala umut var, filmde de bunu anlatmaya çalıştım.
YEY – Kız kardeşim diyince tekrar aklıma geldi, bahsetmek istersen oraya da biraz geri dönelim. Filmin adını 40. İstanbul Film Festivali’nde ilk açıklanan listede görmüştüm. Sonra birden çıktı listeden. Hiç bir açıklama da gelmedi ne film ekibi ne festival ekibinden. Bu konudan bahsetmek ister misin?
ANÇ – Çünkü Visions Du Reel’de ödül alınca bir anda NTV’de orada burada, ana akım medyada Türk yönetmen Ahmet Necdet Çupur’un filmi 52. Visions Du Reel’den jüri özel ödülüyle döndü diyip bir anda haberler yapılmaya başlandı ve Box Office Türkiye’nin YouTube hesabından fragman yayınlandı. Fragmanı gören babam gitti Zeynep’e maalesef kötü müdahalelerde bulundu. Eğer sadece fragmandan bu şekilde tepkiler olacaksa filmin tamamının izlenmesinin yaratacağı sonuçtan endişelendik. En azından festival fiziksel olacaksa koyacaktık ama tüm ülkeye açık çevrimiçi gösterim olacağını öğrenince filmi çektik.
YEY – Üzücü olmuş. Ben bu filmi herkesin görmesini isterdim, çok beğendim çünkü filmi. Diğer yandan da ilk tanıştığımızda da esprisini yapmıştım, benim filmim Anima da aynı kategoride yarışıyordu ve Yaramaz Çocukları görünce listede, ‘ah’, dedim, ‘bu film alır sanırım ödülü’. Sonra filmin çekildiğini görünce de hatta yapımcım Ezgi’ye, ‘şimdi en iyi belgesel ödülü için şansımız daha fazla’, demiştim. Nitekim öyle de oldu.
(Karşılıklı gülüşüyoruz)
ANÇ – Teşekkür ederim ama kısayla uzun aynı yerde mi yarışıyordu?
YEY – 30 dakika üstü olan tüm belgeseller ulusal belgesel yarışmasında yarışıyordu. Benim filmim de 39 dakika olduğu için oradaydı.
ANC- Tebrik ederim, inanılmaz bir şey, uzunlarla yarışıp en iyi film ödülünü alman.
YEY- Teşekkür ederim. Röportaj için de çok teşekkürler. Eklemek istediğin bir şey var mı?
ANÇ – Ben teşekkür ederim. Yok, aslında film benim söyleyebileceklerimden çok daha fazlasını söylüyor. Sanırım bir gün oraya geleceğim. Bir gün hiç bir şekilde filmle ilgili hiç bir şey söylememeye geleceğim. Şimdilik yola yeni çıktım.
YEY- Haklısın. O da galiba biraz, tamam artık rüştüm ispatlandı dediğimiz noktadan sonra filmlerimizi sözlerle anlatmamız gerekmeyecek muhtemelen. Zaten filmi yapıyorsun. Bir daha filmi anlatmak ne kadar gerekli, ben de bilmiyorum.
ANÇ – Belki de çok anlaşılmayı beklememek gerekiyor. Belki de dediğim gibi bir kaç filmden sonra, çünkü biliyorum ki en az dört filme kadar sürekli acı çekeceğiz filmleri yapmak için ama sonra belki düzeliriz. Zeki Demirkubuz’la bir akşam çok uzun uzun tartışmıştık filmlerle, sinemayla ilgili. Nasıl yapabiliriz, nasıl düzeltebiliriz gibi. Zeki abi birazcık kızgındı bu tip şeylere Türkiye’de ama şunu fark ettim, gerçekten kızabileceğimiz durumlar sadece biz oluyoruz, bize düşüyor. Sanırım başka insanları eleştiremiyorum. Eleştirme şeklim belki sinemadan geçebilir ama en büyük eleştiriyi kendime yapmak istiyorum ve eğer bu filmim kurmaca-belgesel gibi tartışmalar yaratıyorsa ben seviniyorum. En azından bir tartışma yaratıyor. Ama bununla ilgili ağlarsam, hayır aslında hiç bir anında hiç bir kurmaca tarafı yok, mizansen hiç bir anında yok dersem o zaman kendimi yaptığımdan emin değilmişim gibi göstermeme sebep olabiliyor. O da yazık çünkü belgesele o kadar çalışmadan sonra, belgeseli yapan insan böyle bir zayıflık gösterirse o zaman belgeselin zayıflığı gibi algılanabilir.
YEY – Evet, o zaman filme de haksızlık gibi oluyor.
ANÇ – Kesinlikle. Bazen yaptığımız şeyler bizi geçiyor, bizden daha önemli hala geliyor. Artık film bana ait değil. Ailem benim ailem değil, bir aile, bir kurum, o hale geldi. Kız kardeşim şu anda oradaki tüm genç kızların bir yüzünü göstermiş oldu. Benim babam şu andaki bir çok babanın bir yüzünü göstermiş oldu. İşte dün panelde de gördün, üç yönetmen vardı. Biri Afrika, biri İskoçya, diğer baba da Türkiye’den geliyor. Çok farklı coğrafyalardan gelen babalar ama çok fazla ortak özellikler taşıyorlar.
YEY – Kültürler farklılık gösterse de insanın özünde çok fazla ortak şeyler var.
ANÇ – Benim amacım o. Benim amacım dili, milliyeti, dini, kültürü hepsini geçebilecek bir sinema yapmak istiyorum. Kendine özgün. Nuri Bilge Ceylan’ın filmini Japonya’da da aynı şekilde anlıyoruz, Türkiye’de de aynı şekilde anlıyoruz. Ama Nuri Bilge Ceylan’dan önce olan insanlar da vardı. Reha Erdem’in filmlerini de izlerim, harika bir yönetmen. Onun filmlerinde de var bu ortak şeyler. Benim babam Arap kökenli, hayatını Türkiye’de geçirmiş bir baba olarak böyle dediğim zaman hata yapmış olurum. Bir baba öyle hareket ediyor ve bir çocuk o şekilde hareket ediyor. Ona ulaşmaya çalıştım.
YEY – Çok iyi anladım ne demek istediğini. Tekrardan teşekkürler.
ANÇ – Ben teşekkür ederim.
Sohbetimiz sırasında Yaramaz Çocuklar’ın gösterimi yapılıyordu ve Ahmet film sonrası katılacağı soru-cevap etkinliği için bekliyordu. Eminim ortak noktası çok olan iki insan olarak birbirimizi bulmuşken çok daha uzun konuşabilirdik ama sohbetimizi o aradaki 90 dakikayla kısıtlamak zorundaydık ve Ahmet’in Londra’daki son günüydü. Sonraki projelerini de heyecanla bekliyorum.
9 Ekim 2021, Curzon Sineması Soho | BFI Londra Film Festivali