Emre- 05.04.2020
Geçtiğimiz hafta yeni Türkiye sineması yönetmenlerinden Özcan Alper’in filmlerini izledik ve bir online toplantı ortamında filmleri tartıştık. Karantinadan önce de yüz yüze buluşmalar yapıyorduk ara sıra ama şimdi haliyle daha fazla film izliyoruz ve sosyal bir özlem içerisinde olmamızın da etkisiyle daha çok tartışma düzenliyoruz.
Başta gizli gizli yaptığım plan, tüm tartışmanın sesini kaydedip konuşulanları deşifre ederek -tabi ki sonrasında arkadaşlarımızdan izin alarak- tüm metni paylaşmaktı. Ama sonra kendi filmlerim için yaptığım deşifrelerin ne kadar can sıkıcı ve uzun bir iş olduğunu hatırlayıp bu fikirden vazgeçtim. O yüzden sadece kendi aldığım notları paylaşacağım. Diğer yandan şunu da belirtmek isterim ki ilk planı uygulamadığım için biraz mutsuzum zira farklı açılardan bakan farklı insanların yorumlarıyla birlikte çok daha katmanlı ve derin bir tartışmaya dönüşen toplantının sadece tek boyutunu vermiş olacağım. Yine de hiç yoktan iyidir diyorum ve notlara geçiyorum.
1. Sonbahar
Filmin ana karakteri Yusuf, siyasi bir suçlu olarak 10 yıl kaldığı hapisten çıktıktan sonra hayatının son dönemini geçireceği köyüne dönüyor.
Yusuf, içinde bulunduğu mekanların oluşturduğu fonun da yardımıyla dışarıdan dingin görünen, fakat diğer yandan sağanak yağış, rüzgar ve dalgalar yoluyla da içinde fırtınalar kopan bir karakter olarak karşımıza çıkıyor. Özellikle şehirde arkadaşının vasıtasıyla tanıştığı yabancı kadınla ilgilenmesi dinginliğini bozuyor denebilir. Aşık olmak tüm hesapları, belki sessiz sedasız ölümü bekleme hesaplarını bozuyor. Sonradan kendisine acı çektirecek bir umut yeşertiyor hayatında.
Köyde, küçük bir topluluk içinde olduğundan kaynaklı ve istemsizce de olsa fazlaca göz önünde olmak zorunda kalıyor. Mesela köyün amcalarının yanına oturduğunda bir anlık dalgınlığı ve köylünün sorduğu soruya cevap vermemesi üzerine köylüler hemen “10 yıldır içeride kafayı yemiş sen de ne soru soruyorsun adama” şeklinde bir konuşma yapıyorlar kendi aralarında. Bu örnek bize köyde kendisine dair bakışı çok iyi özetliyor. Bu, küçük şehirde veya köyde kasabada yaşayan insanların farklı şekillerde de olsa üzerinde hissettiği ortak bir baskı ve kamufle olamama hali maalesef.
Hayatı boyunca inandığı değerler için savaşan Yusuf, bu değerler yüzünden cezalandırıldığı dönemde yakalandığı hastalık yüzünden şimdi köyünde ölümü bekliyor. Bu yönüyle çok ağır bir tarafı var hikayenin.
Filmin görüntü yönetimi, mekan kullanımı, hem müzik, hem diyalog hem de eylem açısından son derece minimal ilerleyişi çok iyi bir atmosfer oluşturuyor ve film durağan bir akışı olmasına rağmen su gibi akıp gidiyor.
Politik Doğru/Dramatik Doğru
Filmle ilgili en çok tartıştığımız, benim de yukarıdakileri anlatmaktan ziyade üzerinde durmayı seçtiğim konuya geliyorum. Filmin cinsiyetçi bir tarafı var mı?
Sanılabileceği gibi filmde Yusuf’un aşık olduğu kadın karakteriyle ilgili olarak değil de annesiyle olan ilişkisi üzerinden yaptık bu tartışmayı. Özcan Alper’in her filminde hem karakterler aracılığıyla hem de hikayeler aracılığıyla sosyalizm göndermeleri yapılıyorken konu köydeki/evdeki kadın olduğunda erkek yine kendi yatağını bile toplamayan bir ergene dönüşüyor maalesef.
Burada tartışmanın ana odağı şuydu; yönetmen dramatik olarak doğru olduğunu düşündüğü için, yani anlattığı dünyadaki erkekler böyle olduğu için, tamamen bilincinde olarak mı hikayede böyle bir seçim yapmış yoksa gözünden kaçmış bir ayrıntı olarak mı filme koymuş? Ben şahsen bu kadar büyük bir emek harcanan filmde herhangi bir detayın gözden kaçma sonucu filme gireceğini düşünmüyorum.
Yani Özcan Alper burada politik olarak doğru olanı yapmayı değil dramatik olarak doğru olanı yapmayı seçmiş olmalı çünkü erkekler çoğu zaman sosyalist de olsalar düşünce kodlarına işleyen cinsiyetçilikten kurtulamıyorlar. Yusuf örneğinde de olduğu gibi.
Bu konu bizi şöyle bir tartışmaya götürdü. Peki ama her zaman dramatik olarak doğru olanı mı seçmeli yönetmen? Yoksa politik bazı seçimler de yapmalı mı? Özellikle Özcan Alper gibi, bundan sonraki iki filminde dramatik yapıdan ziyade politik mesajı önde tutan bir yönetmeni tartışıyorken bu konu daha da sorgulanır hale geldi benim için.
Ben şahsen ikisinin bir dengesi olması gerektiğini düşünüyorum. Sinemanın sadece kendi içindeki kuralları yeniden üreterek kendisini yücelten bir tavırda olmasını doğru bulmadığım gibi, politik mesajın dramatik yapının çok önüne geçmesini de doğru bulmuyorum. Ve sanırım bu dengeyi kurarken hangi politik mesajın kimin için daha önemli olduğu, kimin neyi göz ardı ettiği de yönetmenin hayattaki duruşu hakkında, belki kendisinden de habersiz bir şekilde filmlerinde ortaya çıkabiliyor. Yani o kadar emek harcanan filmlerde hiç bir şeyin gözden kaçmaması yorumumu çürütmüş oluyorum aslında. Yönetmen en ince ayrıntısına kadar düşündüğü sahnede bile kendi bakış açısını yansıtıyor sonuçta ve kendi bakış açısı da olayı her yönüyle kavrayan bir bakış açısı olmayabilir her zaman.
Tabi ki burada film yapma motivasyonu da önemli. Filmleri sadece film yapmanın özerk hazzı için yapıp en iyi eseri ortaya çıkartmayı da amaçlayabiliriz, ya da yaptığımız filmle bir dönüşümün parçası olmaya çalışmak gibi bir motivasyon kaynağımız da olabilir. Özcan Alper’in ikinci kategoride olduğunu düşünerek yapıyorum eleştirilerimi.
Buradan hareketle, mesela Gelecek Uzun Sürer filminin girişindeki atın vurulma sahnesi beni hala rahatsız ediyor. Animasyon dışındaki tüm alternatiflerde, en iyi ihtimalle atın uyuşturucu okla vurulmuş ve bu yüzden düşmüş olabileceğini düşünüyorum. O kadar gerçekçi bir düşüşü nasıl sağlayabilirdi yoksa? Bu en iyi ihtimalde bile, filmlerinde politik olanı ön plana çıkaran, hayatın değerini anlatmaya çalışan bir yönetmenin, sosyalist bir yaklaşımı savunan filmlerinde iyi bir metafor yakalamak uğruna bir başka azınlık ve dezavantajlı gruba dahil olan bir canlıyı, rızası dışında filminde kullanmak suretiyle sömürmek politik açıdan ne kadar doğru? sorusunu tekrar ortaya atıyor ve Gelecek Uzun Sürer filmine geçiyorum.
2. Gelecek Uzun Sürer
Atın vurulma sahnesi dışında bu filmi sıralamada ikinci sıraya koyuyorum.
Sevgilisini yine sosyalizm uğruna yaptığı bir savaşta kaybeden Sumru’nun sesler ve ağıtlar üzerine yaptığı bir akademik araştırma için Diyarbakır’a, oradan da sevgilisinin mezarını görmeye Hakkari’ye uzanan bir yolculuğunu izliyoruz. Kadının çok da iyi olmayan oyunculuğuna rağmen karakterle çok hızlı bağ kurduğumu söyleyebilirim. Bunu da hikayenin özgünlüğüne ve yine minimal akışına bağlıyorum.
Filmin Diyarbakır’da geçmesi beni kişisel olarak çok etkiledi. Sur içinde Ezgi’yle birlikte yürürken o daracık sokaklarda kaybolup, harita açarak Sülüklü Han’ı bulmamız ve orada üretilen nefis Süryani şarabını içmemiz aklıma geldi. Diyarbakır’a giden herkesin mutlaka oraya yolu düşer. Filmde’de orada oturan kadını görüyoruz ve sonrasında Diyarbakır’lı karakter Ahmet kadının yanına gelip “Bulmuşsun hemen burayı” diyor. Bu sahne kişisel sebeplerden ötürü beni çok etkiledi.
Filmde Kieslowski ve Angelopoulos göndermeleri, özellikle Ulysess’ Gaze filmindeki Lenin heykelinin gemiyle taşınma hikayesi üzerinden yapılan sosyalizm göndermesi, bu sahnede yan karakterin “Ya Ahmet abi, bu nasıl zulüm, git diyorsan gideyim” diyerek sanat filmi/sıkıcı film esprisi yapması çok güzel ayrıntılardı.
Ahmet karakteri üzerinden Kürt meselesinin “şimdi de akademik çalışma mı olduk?” eleştirisi iyiydi.
Filmde aralara giren belgesel görüntülerini çok sevdim. Röportaj görüntülerinin, ana karakterin belgesel çekimi sırasında gösterilmesi filmin kendi dünyası içerisinde (diegetic) bir çözüm olduğu için özellikle takdir ettim. Bu da beni Rüzgarın Hatıraları filmi eleştirisine götürüyor.
3. Rüzgarın Hatıraları
Filmde ana karakterin çizdiği resimlerdeki karakterlerin gerçek fotoğraflarının sık sık ekrana gaipten geliyor olması (non-diegetic), sürekli flashback kullanımıyla karakterin çocukluk anılarını izlememiz, dramatik etkiyi arttıran hüzünlü müzik kullanımı gibi etkenler filmin biçimini özgünleştireceğim derken sıradanlaştıran bir hava katmış, eski bir sinema anlayışı getirmiş, diye düşündüm. Özcan Alper’in izlediğim tek filmi bu olsaydı, ikinci şansı biraz zor tanıyabilirdim, ya da diğer filmlerine şüpheyle yaklaşabilirdim.
Mesela karakterin ormandaki kulübeye kadar sürüklenen yolculuğunda karşımıza çıkan, görünmeyen ama sadece sesi yoluyla yaratılan ayı korkusu metaforunu, yüzleşmeye korkulan anıların bilinç altından fırlayıp bilinç seviyesine çıkışını çok sevdim, hatta kendi senaryomdaki bir bölüme benzediği için biraz da kıskançlık hissettim diyebilirim. Ama keşke karakterin anılarını bu metaforun ortaya çıkışına kadar sadece çizdiği resimlerden görseydik ve bu metafordan sonra rüyasında gördüğü anıları üzerinden resimler ve fotoğraflar arasındaki bağı anlasaydık. Yani flashback sadece bir kez olsaydı filmin tüm havası değişebilirdi gibi hissettim.
Filmde karakterlerin birbirlerini çağırıp sonra “Yok bir şey” dediği bir espri bulunmuş ve dört kez tekrarlanmış. İlk espriden sonra aşırı tahmin edilebilir hale geldi ve filmin doğallığını çok bozdu.
Filmin sonunda ormandaki kulübedeyken ana karakterin yersiz yurtsuzlaşmasıyla ilgili bir iç ses monoloğunu duyuyoruz. Zaten film boyunca bu konuyu işlemiş ve mesajını gayet net bir şekilde vermişken bunu bir de monologla söze dökmeye, kör göze parmak yapmaya gerek var mıydı diye düşündüm.
Görüntü yönetimi diğer filmlerinde de gayet başarılıydı ama bu filmde özellikle başarılı budum.
Sonuç:
Son filmi Rüzgarın Hatıralarını çok beğenmesem de, Gelecek Uzun Sürer’deki at sahnesi benim için gizemini ve etik açıdan tartışılırlığını korusa da, Özcan Alper filmleri kesinlikle keşfetmeye değer. Bakanlıktan fon alan yeni filmi Karanlık Gece’yi de merakla bekliyorum.