Emre- 30.03.2020
Öykünün isminde bahsi geçen Bisiklet Hırsızları’nın Vittorio De Sica’nın Bisiklet Hırsızları filmiyle bir alakası yoktur, onu peşinen yazayım, yanlış bir beklenti oluşmasın okuyucuda. Bu hikaye İstanbul’da yaşanmış gerçek olaylardan uyarlanmıştır.
Bölüm 1 | Bisikletler
Yıl 2018.
Emre ve Ezgi büyük heveslerle biri siyah, diğeri beyaz iki adet katlanır bisiklet aldılar.
Bisikletlerini o kadar sevdiler ki her yere götürmeye başladılar.
Mesela Kaz Dağı’nda bisiklete bindiler.
Assos’ta bisiklete bindiler.
Gökçeada, Selanik, Atina gibi daha bir çok yere bisikletlerini de beraberinde götürdüler. Ayrıca düzenli olarak haftada bir kaç gün Caddebostan’daki bisiklet yoluna çıkıp hem gezi hem spor yaptılar.
Hayat böyle akıp gitmekteydi.
Bölüm 2 | Veda
1 Yıl Sonra…
Bir gün Emre spor yapmak için Caddebostan’daki bisiklet yolu üzerinden Maltepe’ye doğru bisiklet sürüyordu. Bisiklet artık hayatının bir parçası olmuştu. Halinden memnun bir şekilde yol almaktaydı. Yaklaşık 1 saatlik bir sürüşten sonra geri dönmeye karar verdi. Dönüşte su içmek için mola verdiğinde fonda İstanbul manzarasıyla birlikte bisikletine bakmaktan çok keyif aldı ve bu anın bir fotoğrafını çekmek istedi.
Emre bu anın bisiklete bir veda olduğundan habersiz bir kaç fotoğraf çekti, sonrasında bisikletine atladı ve evine döndü. Her zamanki gibi Ezgi’nin apartmanın içindeki demir borulardan birine zincirlenmiş olan bisikletinin üzerine kendi bisikletini zincirledi.
Bölüm 3 | Trik ve Poshet
Trik ve Poshet, akşam üzeri saat 7 civarında, bir süredir takipte oldukları bisikletlerin bulunduğu apartmana doğru yola çıktılar. Kadıköy’de katlanır bisiklet modası çıktığından beri işleri iyi gitmekteydi. Piyasa hareketliliği böyle devam ederse bir kaç aya kalmaz yurt dışına kaçmak için gerekli parayı biriktirebileceklerdi. Yaptıkları işi hırsızlık olarak değil, zenginden alıp fakire vermek gibi görmekteydiler. Kendileri de fakir olduklarına göre parayı kendileri için almakta bir sakınca yoktu. Sonuçta bisikleti yeme, barınma, geçinme gibi temel bir ihtiyaç olarak değil de daha çok küçük burjuva lüksü olarak görmekteydiler.
Trik önden gitti ve apartmanın üst katlarında bulunan dairelerden birinin ziline bastı. Şansına ilk bastığı zilin sakini su sayacı okuma zokasını yutmuş ve kapıyı açmıştı. Trik arkadaşına dönerek,
Trik- Lan Poshet, sen burada bekle etrafı kes,
…dedi ve yıllardır kazandığı çeviklikle içeri dalarken bir yandan da montunun iç kısmına sıkıştırmış olduğu keskiyi çıkarttı.
Poshet, anladığını gösteren bir kafa hareketi yaptı ve erketeye yatarak beklemeye başladı.
Poshet Trik’ten çok daha sonra başlamıştı bu işe. O yüzden erkete işi hep kendisine kalmaktaydı. Bu işi yapmayanlar en zorunun çalma kısmı olduğunu düşünür ama aslında en stresli iş bu erkete işiydi. Çalma işini yapmak belli bir hareket ve eylem içerdiğinden kendi içinde sürükleyiciliği olan bir performanstı. Ancak beklemek öyle değildi. Kaderin diğer kişinin ellerinin çabukluğuna bağlıydı, dolayısıyla belirsizdi ve belirsizlikle geçen 30 saniye bile saatler geçmiş gibi hissettirirdi. Eylemsizlik eylemlerin en zoruydu.
Poshet, bir yandan bunları düşünmekte, diğer yandan stresli görünmemek için apartman kapısında asılı olan reklam broşürlerini karıştırarak sakin görünmeye çalışmaktaydı. Şimşek hızında bir aydınlanmayla bu broşürlerin elinde olmasının kendisine çok iyi bir kamuflaj yarattığını fark etti ve performansının arka plan hikayesini broşür dağıtmaya çıkan dönerci çırağı olarak geliştirdiği bir role soktu kendisini.
Poshet’in bunları düşündüğü hem çok uzun hem çok kısa o beş saniye içerisinde Trik çoktan bisikletlere ulaşmış ve içinden çok kuvvetli bir zincirle karşılaşmamak için dua edecek zaman bile bulamadan bisikletlerde takılı olan en ucuzundan uyduruk zincirleri görmüştü. Üst dudağının sağ tarafından hafifçe yukarı doğru kalkmak suretiyle gerçekleşen sırıtışa engel olamadı.
Tak!
Tak!
Trik, birer hareketle iki bisikleti de zincirlerinden kurtardı ve Poshet’e seslendi,
Trik- Lan Poshet, gel hadi tut şunu!
…dedi ve siyah bisikleti uzattı. Kendisi de beyaz bisikleti aldı ve sakin adımlarla apartmandan çıktılar.
Yılların tecrübesiyle sabit biliyorlardı ki bu aşamada sakin olmak ölümcül derecede önemliydi. Etraftaki insanların şüphe duymaması bu anda yaşanan 10 saniyeye bağlıydı. Bu sakinlik sayesinde apartmanın bahçe kapısından çıkarlarken karşılaştıkları bir apartman sakinini hafif bir şüphe duyulmak suretiyle atlatmayı başaracaklardı.
Apartmanı çevreleyen duvarları aştıktan sonra bisikletlere atladılar ve Trik önde, Poshet arkada, bisikletleri satacakları yeraltı pazarına doğru son sürat mahalleden uzaklaştılar.
Bölüm 4 | Zeytin
Zeytin, gediklisi olduğu apartmanın önünde vakit geçirmekteydi.
Güneşli ama soğuk bir gün, diye düşündü. Bu soğukta miskinliğin bile tadı çıkmıyor, en iyisi biraz yemek bulmak, diye içinden geçirdi ve yürümeye başladı.
Alışkanlık edindiği üzere her gün, günde dört kez mahallesinin içinde yemek turuna çıkmaktaydı Zeytin. Önce sokağın köşesindeki bakkala gitti. Bu lokasyonun önü genelde kalabalık olurdu. Burayı bilen başka kediler de vardı zira. O yüzden yemek Zeytin’e bazen kalır bazen kalmazdı. Fakat o gün şansına az da olsa yemek vardı. Ne gözünü ne de karnını doyuracak miktarda yemeği bir çırpıda bitirdikten sonra mahallenin eczacısına doğru turuna devam etti. Oradaki adam işleri çok yoğun olmadığı zamanlarda kapının önüne Zeytin için yemek bırakırdı ama o gün bırakmamıştı, demek ki yoğundu. Pis adam.
Geriye iki apartman kalıyordu. İlk seçimi Sevimli Apartmanı oldu. Sevimli apartmanının giriş katında yaşayan adam Zeytin’i ne zaman görse yemek verirdi. Fakat o gün adam işte olsa gerek, Zeytin’in miyavlamalarına karşılık vermedi. Zaten günleri de bir türlü öğrenememişti Zeytin. Gerçi ne gerek vardı, böyle şeyler bünyede stres yaratırdı, gerek yoktu.
Zeytin, ismini asla doğru telaffuz edemediği garip isimli apartmana gitti. Apartmanın giriş katında oturan bir çift, ara ara kendisine yemek ve su verirdi. Bunlar da yemek işini bir düzene soksa iyi olacaktı ama, sokmuyorlardı işte. Gideyim bir bakayım, yemek vermezlerse bile orada oturur beklerim, diye düşündü.
Çiftin mutfak camına zıpladı Zeytin. Camın panjuru açıktı. Demek çift evde, diye düşündü. İçeriyi görmek için kafasını sağa sola uzatırken birden mutfak camının iç tarafındaki tezgaha Atarlı zıpladı. Çiftin tekir cinsi gri kedisine Atarlı ismini koymuştu Zeytin. Çift ne zaman mutfak kapısını açık unutsa Atarlı hemen mutfak tezgahına zıplayıp camın önüne tünerdi ve aradaki camın da verdiği bir güvenle camdan cama kung-fu yapmak için Zeytin’in gelmesini beklerdi. Hayatında sokak görmemiş kedi kendisine atarlanıyordu işte, Zeytin onu ciddiye almamayı zamanla öğrenmişti. Arada cam olmasa, zaten gününü gösterirdi Atarlı’ya.
Uzun uzun miyavladı Zeytin ama çiftten bir ses yoktu. Belki de evde yoklardır diye düşünürken apartmandan ellerinde birer bisikletle iki insan çıktı. Bunlar bizim çiftin bisikletleri değil miydi yahu? Peşinden koşup yakalasam mı, diye düşünerek peşlerinden aşağı atladı. Fakat aşağıya atladığında birden bacağının pislendiğini hissetmiş olacak, oturup sağ bacağını yalamaya başladı.
Bacağını yalarken hırsızlar apartmandan iyice uzaklaşmıştı. Peşlerinden koşmayı düşündü ama bu soğuk havada aç karnına koşturup durmak iyi bir fikir olmayabilir, diye düşündü ve vazgeçti. En iyisi çift yemek çıkartana kadar burada beklemekti.
Bölüm 5 | Final
Emre, elinde yetiştirmesi gereken bir işi olduğu için iki gündür evden dışarı çıkmadan kurgu yapıyordu.
İkinci günün sabah saatlerinde Ezgi gece vardiyasından evde döndü. Apartmana girdiğinde bisikletlerin olması gereken yer bomboş kendisine bakmaktaydı. Panik içinde eve girdi ve Emre’ye bisikletlerin yerinde olmadığını söyledi.
Emre ilk anın şokunu atlattıktan sonra apartmanın sığınak katına indi ve kamera kayıtlarını izlemeye başladı. Bisikletlerin gece ya da sabaha karşı çalındığını düşünerek bulundukları zaman diliminden geriye doğru kayıtları taradı. Yaklaşık bir kaç saat ileri geri hızlı sararak kayıtları talan eden Emre sonunda çalınma anına ait görüntüleri buldu ve harici diskine aktardı. Hırsızlık tahmin ettiği gibi gece ya da sabaha karşı değil, insanların işten eve geldiği en yoğun saatte, akşam üzeri 7’de gerçekleşmişti.
Koşa koşa eve döndü ve görüntüleri bilgisayarına aktarmaya başladı. Aktarım devam ederken polisi arayarak durumu anlattı. Telefondaki polis, bir ekibin eve gelerek ifade alacağını, evde kalmalarını söyledi.
Bu bekleme süresini eli kolu bağlı bir şekilde geçirmek istemeyen Emre polislerin işini kolaylaştıracağını düşünerek kayıtların malum bölümlerinin zaman aralıklarını not alarak kurgu programının karşısına geçti ve olay zincirini net biçimde gösterecek şekilde üç açıyı birbirlerine bağlayarak görüntüleri kurguladı.
Yaklaşık 1 saat sonra polisler geldi. Emre polislere bildiği şeyleri anlattı ve elindeki görüntülerden bahsetti. Polisler görüntüleri görmek istediği için hep beraber bilgisayarın başına geçtiler ve Emre oynat butonunu tıkladı.
Emre- Bakın, neredeyse yüzleri bile görünüyor, bulunurlar değil mi?
Polis- Vallahi sizin bisikletler dün çalınmış, dün haber verseydiniz daha kolay olurdu. Kıyafete bakarak çevirme yapılırdı ama şimdi aradan bir gün geçmiş kıyafet falan değişmiştir. Biz whatsapptan ekiplere yollayacağız bu görselleri tabi, güven timimiz çok iyi çalışır, hiç merak etmeyin siz. Karakola gidip ifade verin ve tutanak tutturun siz.
Emre kurguladığı videodan ayrıca ekran görüntüsü fotoğrafları da aldı, zira whatsapptan güven timine fotoğraf yollanacaksa işlerini kolaylaştırmış olurum, diye düşündü. Fotoğrafları ve videoyu bir usb-diske aktardı ve en yakın karakola giderek ifade verdi. Bu kadar kanıt olduktan sonra bisikletlerin bulunacağından emindi.
Karakoldaki polis amiri Emre’ye bisikletlerin faturaları ve bisikletleri tanımayı kolaylaştıracak belirleyici özelliklerin göründüğü fotoğraflar var mı, diye sordu. Çizik, ezik vs. gibi. Ezgi de Emre de bisikletlerine o kadar iyi bakmışlardı ki en ufak bir çizik ya da ezik yoktu ‘maalesef’.
Emre- Ama fatura vardır evde. Her şeyin faturasını saklarız zaten biz, eve gidip bulurum ben hemen.
Polis- Tamam, siz faturayı bulup getirin, dosyanıza ekleyelim. Fatura olmadan zaten bulsak bile kanıtlayamayız size ait olduğunu. Fatura şart o yüzden. Yoksa bir şey yapamayız yani.
Emre- Tamam memur bey, çok teşekkürler.
Emre eve gitti ve faturaları sakladıkları dosyaları talan etti. Yıllar önce aldığı 20 liralık uyduruk el fenerinin bile faturasını buldu fakat ne hikmetse yaklaşık üç bin lira ödedikleri bisikletlerin faturaları kayıptı. Günlerce tüm evin altını üstüne getirseler de faturaları bulamadılar.
Üzüntü.
Haksızlığa uğramışlık.
Kızgınlık.
Moral bozukluğu.
Kendini suçlamak.
Umutsuzluk.
Başka şeyler.
İş, güç, yoğunluk derken…
Kabulleniş.
En pahalı zincirle donatılmasına rağmen evde saklanan yeni bisiklet.
Sonra korona.
Karantina.
Eski fotoğraflar, nostalji vesaire derken…
Baharatci Murat
Hayallah… Emre Bey, çok ama çok üzüldüm, bir doğa ve bisiklet sevdalısı olarak. Umarım bulunur. “Sevdiğimiz bir şeye tam alışmış ama henüz olarak doymamışken ani bir şekilde ortaya çıkan, kayıp ve kaybetme duygusu” beni taaa çocukluğuma götürdü. Video kaydını izleyene kadar tamamı kurgu sandığım olay zinciri, çok etkileyici. Bir kedi sahibi ve hayvan sever olarak Zeytin eve Atarlı’ nın kurgudaki rolü, hüzünlü hikayenize keyif katmış.
Başınıza gelen bu olay, beni 70′ li yılların ortasında götürdü, 7-8 bilemediniz 9 yaşındayım: O zamanlar, ülkenin milli gelir seviyesini, halkın durumunu yaşayanlar hatırlayacaklardır; oldukça zayıftı. Bir devlet memuru olan ve üç çocuk büyüten babamın maaşı ve yaşanabilecek zorluklar, fedakarlıklar tahmin edilebilecektir ümit ederim ki. Üç kardeşin en küçüğü olarak bisiklet sevdam da… Eski Ankara evlerinden oluşan, maddi durumu vasat aileler yaşardı, gelir uçurumu yoktu aramızda… Mahalle arkadaşlarımızın bir kaçında bisiklet olurdu ama taaa uzaktaki sokaklarda. Onlarla bisikletlerini paylaşacak kadar samimiyetimiz olmadı; bizim sokakta ise -en iyisi minicik- üç tekerlekli, bizim binemeyeceğimiz boyuttaki bisikletler vardı. Bisiklet özlemimizi gidermek için sınırlı da olsa bir yol vardı. Biz yaştaki Ankara’ lılar, Cebeci İnönü Stadyumu yanındaki Bisikletçi Ali Dayı ve kiralık bisikletlerini çok iyi hatırlarlar diye düşünüyorum, onun pistinde pek çok kişi harçlığı eritmiş olsa gerek. Kiralık çeşit çeşit, boy boy hatta dört kişilik bisikletler. Ali dayı, hem bisiklet kiralar; hem de tamirciliğini yapardı. Kendisi gibi yardımcısı çocuklar da çok haşindi; biz çocukları kolay kolay, parayı almadan yaklaştırmazlardı bisikletlere. En kötü, en zayıf bisikletin turu 25 kuruştu, sanırım dört kişilikler yüz kuruş. Tur dediğimiz ise yaklaşık 150×30 m lik bir parkur, anlayacağınız bisikleti kağnı gibi bile sürseniz bir tur en fazla 3 dakika sürerdi. Yazın harçlıklarımızın önemli bir kısmı orada el değiştirdi ve paramız olmadığında bile en azından seyretmeye giderdik. Oradan geçiyorsak en az beş-on dakika olsun, binenleri izlerdik. İçimizden sadece bir arkadaşımız binecekse onunla gider, ona eşlik ederdik.Tabi böyle olunca hepimizin hayalleri neydi söylemeye yok; hele ki, haziran ortası karnesi iyi olanların.
Neyse babam da, çocuklarını ve tüm gençleri çok sever, gençliğin tamamına çok güvenir, hepimizi her konuda yüreklendirirdi. Bisiklet konusunda da içimizdeki bisiklet sevdasını en iyi o bilirdi. İşten eve her akşam aynı saatte gelirdi. Bir yaz günü harika bir gülümseme ile geldi. Mahallemizin karizmatik Muhtar’ ı, torununa ait olan bisikleti satmayı düşünüyormuş ve “Bisikletin durumu çok iyi değil ama adam ederiz, fiyatı da uygun, bunu sana alalım mı?” dedi. Cevabımı tahmin edersiniz. Neyse arada bir sürü anı var, uzatmayayım. Bisikleti ertesi akşam eve getirdik, bisiklet kelimenin tam anlamı ile dökülüyordu. Lastikler patlak, fren tutmuyor, boyası, zinciri allahlık. Kısacası ciddi seviyede tamir istiyordu. Ona rağmen sabaha kadar uyumak mümkün olmadı tabi. Tamiri için hafta sonunu beklememiz gerekiyordu ve yanlış hatırlamıyorsam hafta ortasındaydık. Neyse hafta sonu nazlı da olsa geldi: Bahçede babam ile lastiklerini söküp uzun uğraşlar ile yamadık. Anılar capcanlı… Gözümün önündeki sahneleri anlatsam, sayfalar tutar. Tekerlekleri, ana taşıyıcıdan sök, janttan dış lastiği ayır, iç lastiği çıkar. Pompa ile iç lastiği şişir, leğendeki suya batır, patlak yerleri bul, her lastikte en az iki-üç delik… Kurut, zımparala, -o devrin meşhur yapıştırıcısı, koklayınca kafa yapan- derby ile yapıştır, yama kenarlarını yeniden zımparala, lastiği tekrar şişir, leğenden geçir… Hava kaçıran yerleri yeniden sök yapıştır, zımparala; hoop leğen… Çok sevmediğim bir renk olsa da, kırmızı olan boyasını yağlı boya ile yeniledik. Ama yakından bakınca altta sökemediğimiz boyaların kabartısı gözüküyordu. Hafta sonu için bizim yapabileceklerimiz bitmişti, kalanı tamircilerin işi idi. Pazartesi akşam babam işte gelince, yani saat 18.00 civarı, jantların tel ayarı ve fren tamirleri için tamirciye gittik, bizim kırmızı uzay arabasını orada bıraktık. Ertesi akşam aynı saatte gidip, seleye iki renkli yeni bir kılıf da aldık. Hava güzel, güneş henüz batmamış; trafiği düşünerek, elle sürerek eve getirilen kırmızı bir bisiklet.. Küt, küt, kütt… Bu satırları yazarken bile. Hava kararmadan arabasız sakin sokağımızdaki ilk tur…
Keşke o zaman ona bir isim verseymişim diye düşünüm, bir an. Hemen ertesi gün başlayan, bisiklet günleri. Mahallemizde çok kişiye arkadaşlık eden bisikletim, yaşı epeyce büyüklere bile bir iki tur ile keyif kattı. Ama ne yalan söyleyeyim; pek çok çocuk bisikletini paylaşmaktan haz almazdı o yaşta, ben de hiç tat almadım. Bir başkası bindiği zaman, aman düşecek, aman duvara-ağaca çarpacak, jantı eğrilecek, bir yeri bozulacak, lastiği patlayacak korkusu vardı ve iç sıkan korkulardı, başkası binerken fotoğrafım çekilse çoook yakışıklı ve mutlu çıkardım herhalde. Zira pek çoğumuz iyi bisiklet kullanamıyorduk; sayısız düşmeler kaçınılmazdı, birkaç da duvar toslaması dahil. Bu eşek bisikletler, baktığınız yere gidiyor ya… Heyyy sen! Duvara bakma yaaaa…
Bisikletime sahip olalı bir ay geçti, geçmedi; ziyaretimize çok sık gelen amcam, o akşam yine gelmişti. Babam, amcamın çocuklarını bizler sevdiği kadar severdi. Kendi çocuğu olup da, yeğenlerini bu kadar seven insan azdır diye düşünmüşümdür hep. Amcamın büyük oğlu efendi mi efendi, saygılı; küçük oğlu ise düz duvara bile tırmanır denecek kadar, atılgan, coşkulu, heyecanlı ve sevimli idi; babam ona tepe göz derdi; gülünce gözleri gülerdi (şimdiler de az gülsede). Kalın sesi ve heyecanı hemen hepimize geçerdi, haylazlıklarına eşlik ederdik; “Dur”, “Çüş” sesleri hiç birimize etki etmezdi; onlu yaşların bir altı, iki üstü yaşlar işte. Kan ter içindeki oyunlarımızda çok iyi anlaşır, severdik birbirimizi. Ayrıca tüm aile bireyleri sık sık bizde toplanırdık, pikniklere gitmişliğimiz de çoktur. Özellikle tren ile Kayaş’ a… O yaşta 30-40 kilometrelik yolculuklar inanılmaz keyif verirdi. Babam sık sık vasiyet ederdi, “Ben öldükten sonra bile amca çocuklarını bırakmayın” diye. Neyse o akşam, amcam sohbet sırasında bisikleti kendi çocuklarının da, çok sevdiğini söyleyince, babam hiç düşünmeden bisikleti amcama ve çocuklarına hediye etti. Bisikletin bana ve çevreme zararı olduğu filan yoktu, hani desem ki bana zararı oluyor ve koruma amacıyla veriyor, cık; değil. Sadece ve sadece kuzenlerimi çok sevdiği için. Genel yapım itibari ile olayı çok kolay kabullendim, sızlanmadım bile. Gerisinde oluşan üzüntülü duygularımı bastırdım sanırım, bir üzüntü oluşmadı hissi hala var, hafif bir burukluk ve biraz büyükçe bir boşluk hissi… Ne amcama, ne babama, ne de amca çocuklarına karşı kırgınlık olmadı, sadece kabulleniş, öyle olması gerektiğine dair bir inanış. Ama sonuçta unutulmaz bir kayıp. Neyse az büyüyünce neden öyle olması gerektiğini babam bana anlatmış; içimdeki boşluğu doldurmuştu.
Yaklaşık yirmi yıl civarı geçip de, yani yirmi dokuz yaşına gelince, orta hali bir dağ bisikletim daha oldu. İş hayatı biraz oturmuş, iyi kötü para kazanmaya ve kendimize vakit ayırmaya başlamıştık. Hayattaki en güzel şeyleri birlikte yaptığım bir arkadaşımla, Bahçelievler’ deki bir mağazadan birer bisiklet aldık. Sıkı bir trafik altında ofise kadar zar zor geldiğimizi hatırlıyorum, unutmuşum bisiklete binmeyi; epeyce zorlandım. Biraz dinlendikten sonra arkadaşım bir de, Bakanlıklar’ dan Etlik’ e devam etti. Harika bir dönemdi, çocukluğumuzdaki kadar olmasa da çok keyifli bir dönem. -Bu yüzden çocukluk yaşında sahip olamadığı pek çok şeyi ileri ki yıllarda edinip çocuk gibi sevinen insanları çok sever, acaba onların çocukluk anıları nasıldır diye merak ederim-. ODTÜ kampüsünde, tenis, havuz ve bisiklet, sohbetler; Karumcuk’ taki bol ketçaplı köfteler, hem de neredeyse her Pazar günü. Rüzgarı yüzümüzde hissettiğimiz, sesini kulaklarımızda duyduğumuz bisiklet sürüşleri, sert inişli yokuşlar. Sonra biraz büyüdük mü ne, iş hayatının yoğunluğunda depoya kalktı bisikletler. Sonra bir arkadaşımın çocuğuna hediye oldu, bu sefer zevkle.
Bu aralar yaş elliyi geçti, hatta neredeyse elli beş olacak, vakit ilerliyor. Sona doğru yaklaşırken, yakında üçüncü bisikletimi alırım diye düşünüyorum. Bitti bitiyor nokta com olmadan… Nefes alabildikçe, hayal kurmaya devam edilecek yani.
Uzun lafın, kısasına geleyim:
Hele şu korona virüsü ile ilgili sorunlar kalksın…
Belki Caddebostan’ ı sahilinde karşılarız, umut ve sevgilerimle Emre Bey.
Belli mi olur, döner dolaşır gelir sizin siyah-beyaz yaramazlar, anlatırlar birer hikaye ve ileride film olurlar hatta.
Festival Kit
Murat bey, anılarınızı paylaştığınız için çok teşekkürler.
Belki özel olacak ama babanızın bisikletinizi kuzenlerinize hediye etme sebebi acaba büyüdüğünüzde dinlediğiniz için mi makul geldi, yoksa gerçekten makul müydü, merak ettim. Zira bir çocuğun bisikletinin iyi bir amaçla dahi olsa elinden alınması çocuğun o an sandığı kadar önemsiz bir olay olmayabilir. Ben de çocukken duygularımı çok belli etmez, içime atardım. Ama yaş geçtikçe bazı güvensizliklerimin çocuk yaşta yaşadığım olaylardan kaynaklandığını anladım. O yüzden anlattığınız hikaye bende biraz hüzün yarattı. Diğer yandan çocuk yaşta takındığınız olgun tutumu da takdir ettim tabi ki.
Koronasız, sağlıklı günlerde birlikte bisiklete binmek dileğiyle.
Sevgiler,
Festival Kit ekibinden Yusuf Emre Yalçın
Baharatci Murat
Yazarak his ve duygularımı pek anlatmayı beceremiyorum, sizi de tanıştırmış ağabeyimle. O çok güzel yazıyor, ona öykünüyorum, özellikle çocukluk anılarımızı birlikte derlemeye çalışıyoruz. Sizin yazınız sayesinde, tetiklendim ve bu anımı yazdım. Yeteneğim az olunca azıcık travmatik gibi olmuş, gözüktüğü kadar değil ama çocuklar konusunda çok kafa yorarım; biraz da dikkatli olalım diye duygusal kısmını abartmış olabilirim. Hiçbir canlının umudunu kırmamk gerektiği inancındayım ve sessiz, içine kapanık insanları desteklemeyi seviyorum, o yüzden yazımda abartılı kısımlar olabilir. Uzmanlar benzer şeyleri yaşayanların, derin izler taşıdığını düşünüyor; bazen bir cümle, bazen zihinde kalan bir kare, yaşamın katili ya da iyi yönde tetikleyen bir olgusu olabiliyor. Bu anlamda şanslıyım, babamın açıklaması yaklaşık iki yıl sonra geldi. Keşke açıklama biraz daha erken olsaymış, ben o sürede hislerimi bastırmayıp sorgulayıp, sorun çıkartsaymışım ve açıklama o an gelseymiş, bu anı zihinlerde kalmayacaktı muhtemelen. Zira bu bisiklet hakkında ne ağabeyim, ne de ablam hatırlamadı 🙂 O devirde anne-baba da olmak zormuş, bu konuların çocukların nasıl etkileyebileceği akla bilinmiyordu sanırım, psikoloji bilgimiz azdı. (Bizim kuşak anne-baba olunca tam tersi anlamda çocuklarını aşırı özdeğerli yetiştiriyor, aslında bu da başka travmalar serisi-bence bu konu ciddi seviyede sorunlu). Yani bu açıklamaya kadar kendimi değersiz hissetmiştim, bu açıklama ve ikna ediş olmasaydı ve derin boşluk hissi, daha derin değersizlik hissi oluşmasına sebep olabilirmiş. Ona rağmen sağlam ve güzel bir anı, bir insanın özellikle çocuğun neler düşünebileceğine kafa yorabiliyorum, gençlerle nasıl güzel ilişkilerim var anlatamam… Bu anının en önemli kısmı benim için “Babamın nasıl özel bir insan oluşu”, özlüyorum. Bir başka not ise yeğenlerim şu an İstanbul’ da ve onlarla sıcak ilişkilerimiz sürüyor, bir an merak ettim; onlar ne hatırlıyor acaba?
Festival Kit
Evet, insan psikolojisine dair farkındalığımız geliştikçe eminim ebeveyn-çocuk ilişkisi de gelişiyor. Diğer yandan dediğiniz gibi bu da başka sorunları beraberinde getiriyor olabilir belki de.
Hikayenin yeğenlerinizden duyacağınız boyutu işleri ilginçleştirebilir gerçekten. İnsanlar olayları farklı algılıyor ve farklı yorumluyor genelde. Aynı olay hakkında birbirinden ciddi farklılıklar gösteren yorumlar duymak her zaman ilgi çekici gelir bana. Şaşırtmıyor ama heyecanlandırıyor.
Bence yazarak kendinizi çok güzel ifade ediyorsunuz. Lütfen devam edin 🙂
Sevgiler,
Emre
Baharatci Murat
Teşekkürler Emre Bey, kuzenlere bu konuyu nasıl sorarım bilemiyorum şimdilik, üzücü bir nokta var. Ama ağabeyim yazdıklarımı okuyunca, hadi bir çatışma ekle: “Bisikleti vermeden önce hemen gidip selenin yeni kılıfını yırt, boyasını çiz veya lastikleri patlat da çekelim bir kısa film” diyor 🙂
Festival Kit
Tabi, her kahramana insani bir zayıflık eklemek gerek 🙂