Emre- 18.03.2020

Paris fotoğraflarını paylaştıktan sonra Ezgi’yle anılarımız üzerine konuştuk biraz. “Ne iyi yapmışım da bir sürü fotoğraf çekmişim”,  “Ne kadar da güzel anılarımız varmış meğer” gibilerinden biraz lafladıktan sonra, fotoğrafların çekildiği anların şu an hatırladığım kadar da keyifli olmadığı gerçeğiyle yüzleştim ve Ezgi’ye bu duygumdan bahsettim. Evet, dedi, gerçekten de insan nostalji duygusunu çok seviyor.

Peki anılarımızı hatırlamak ya da o anıların fotoğraflarına bakmak neden hep aslında o anıların yaşanırken verdiğinden daha fazla haz veriyor? Bu nostalji merakı nereden geliyor? Kendime uyguladığım koronavirüs karantinasının üçüncü sabahını bu konuyu düşünerek geçirdim. Hazırsak teorimi açıklıyorum.

Öncelikle bakarken aşırı zevk aldığımız o fotoğrafların yaşanma anına gidelim. Hatta bir örnek üzerinden konuşalım.

Bu fotoğraf Amsterdam’da çekildi. Altı günlük IDFA(Amsterdam Uluslararası Belgelsel Film Festivali) maceramızda kaldığımız stüdyo daireden bir kare. Şu an bu fotoğrafa baktığımda zevkten dört köşe oluyorum. Kartpostaldan çıkma gibi görünen Amsterdam fotoğrafları bir yana, altı günümüzü geçirdiğimiz, kahvaltımızı yaptığımız, uyuduğumuz, bira içtiğimiz, önünden tramvay geçen, yürüyerek festival mekanlarına gidilebilecek yakınlıktaki konumuyla çok beğendiğimiz bu dairenin fotoğrafına bakmak bende inanılmaz bir nostalji duygusu yaratıyor. “O evde geçirdiğimiz zamanlar mükemmeldi”, diyorum, her baktığımda.  Peki gerçekten de o evde olduğum zamanlarda bu kadar mükemmel bir anın içindeymiş gibi hissediyor muydum? Hayır, hissetmiyordum. Öyle hissetmem gerektiğini biliyordum ama o kadar da muhteşem hissetmiyor, zevkten dört köşe olmuyordum. Evet, çok güzel vakit geçirdim ama kusursuz muydu? Hayır. Peki neden şu an baktığımda öyleymiş gibi hissettiriyor?

Öncelikle orada olduğum anı düşünelim. Etrafımı saran fiziksel, ekonomik, çevresel koşulları, sağlık meselelerini, bireysel takıntıları ve bedenimin tüm bu etkenlerin etrafımda oluşturduğu maddeler dünyasının bir parçası olduğunu düşünelim.

Fiziksel koşullar derken neyi kastediyorum? Mesela çok yürümekten yorulmak, kamerayı ve festival kataloglarıyla dolu çantamı taşımaktan bel ve boyun ağrısı çekmek gibi koşullar bu başlıkta değerlendirilebilir.

Ekonomik koşullar; yanımıza götürdüğümüz parayı gün sayısına böldüğümüzde bugün dışarıda ne kadar harcayabilirim, kafenin menüsüne bakarken kaç euro’ya kadar yiyip içebilirim, dolayısıyla şu bira Türk lirasıyla düşündüğümüzde ne kadar ediyor gibi kafa açıcı bir çok kısıtlamayı da bu kategoride değerlendirelim.

Çevresel koşullar; soğuk hava yüzünden kat kat giyinmek zorundaydık ve zaten sağımdan solumdan sarkan kamera, kulaklık, mikrofon, çanta gibi eşyaların yanında soğuk yememek için atkı, bere, eldiven gibi kıyafetlerin açılmaması, düşmemesi gibi küçük detaylarla uğraşmak çevresel koşulların getirdiği bir takım zorluklar olarak değerlendirilebilir.

Sağlık meseleleri ve bireysel takıntılar; ilk gün “nasıl olsa tatildeyim, öğlen bile bira içebilirim” tutumuyla başlayıp yavaş yavaş sonraki günlerde, “midem yandı, kilo aldım, bugün içmesem mi, yemeği çok mu abarttım, acaba fast food yemesem mi” tutumuna doğru geçiş tatilde de olsa yakayı bırakmayabiliyor.

Tüm bu etkenleri düşündüğümde içinde olduğum anın tadını aşırı muhteşem bir şekilde çıkartamıyor olmam da normal diye düşünüyorum. Çünkü biliyoruz ki en ufak bir baş ağrısı, ayakkabının topuğa vurması gibi bir problemde bile insanın tüm dikkati ağrıyan yere kayıyor ve ne kadar uğraşsak da tek düşünebildiğimiz o ağrı oluyor. Dolayısıyla diyebiliriz ki fiziksel olarak içinde bulunduğumuz maddeler dünyasında yaşadığımız anlar, doğası itibarıyla çok fazla dış değişkene bağlıdırlar, dolayısıyla kusurludurlar, eksiktirler.

Bu durumda, yaşanan anlar geçtikten sonra, o anlar geriye sadece anı olarak kaldıklarında, neden daha güzel hissettirdiklerini düşündüğümüzde bence cevap kendiliğinden geliyor; çünkü üzerinden yeterince zaman geçmişse o anı kusurlu yapan koşullardan bağımsızlaşmışlardır artık. İstanbul’a döneli haftalar, aylar olmuştur ve tatil yorgunluğu bitmiştir, harcadığın paranın seni sonraki bir kaç ay ekstra tutumlu yapmak zorunda olduğu dönem geçmiştir, topuğundaki yara iyileşmiştir ve geriye sadece hatıraların kendisi, tüm maddi bağlarından özgürleşmiş o tatlı anılar kalmıştır (kalıcı bir hasarla dönmediysek tabi). Yani anılarımız artık maddeler dünyasının kusurlu gerçekliğinden tamamen kopmuş ve idealar dünyasının kusursuz gerçekliğine geçmişlerdir, dolayısıyla yaşadığımız an kusurlu bir yansımayken, geriye kalan hatıra kusursuz bir ideadır. Ve kuvvetle muhtemel, nostalji duygusunu bu kadar sevmemizin sebebi de idealar dünyasındaki kusursuz gerçekliğe olan özlemimizdir. Platon yaşasaydı büyük ihtimalle o da bana katılırdı diye düşünüyorum.

O kadar nostaljiden bahsettim madem, bazılarını çektiğimi bile hatırlamadığım bir kaç fotoğraf paylaşayım ve kısaca yaşadığım “mükemmel” anılardan bahsedeyim. Böylece yaşadığımız an, o ana dair hislerimiz, o ana dair elimizde bulunan fotoğraflarla ilişkimiz ve anların üzerinden zaman geçtikten sonra fotoğraflara baktığımızda o anlara dair hislerimizin birbirleriyle olan ilişkisine dair de biraz laf salatası yapayım.

Amsterdam

Kaldığımız stüdyo dairenin camından görünen manzara. Artis Zoo bölgesinde, çok tatlı bir evdi. Önünden tramvay geçiyor, merkeze 20 dakikada yürünebiliyordu. Belki inanmayacaksınız ama aşırı mükemmel inanılmaz derecede muhteşem bir altı gün geçirdik. Yedi sekiz dakika yürüme mesafesinde Vegan Junk Food Bar vardı ve çok lezzetli fast foodlar yedik ve biralar içtik.

 

Evimizin önündeki durakta tramvay bekliyoruz. Ezgi’nin surat ifadesinden de anlayacağınız üzere tramvay bekleme deneyimimiz bile aşırı keyifli.

 

Oh, tramvayımız geldi. Yaklaşık 10 dakikalık bir yolculuk yapacağız. Ezgi pencereden şehri izlemek istiyor. Ama ben fotoğrafını çekmek için onu bana bakmaya zorluyorum. Ezgi bu deneyime bayılıyor!

 

Şaka şaka, Ezgi aslında gerçekten de çok eğleniyor. Amsterdam’a gitmiş, IDFA akreditasyonu var, bir sürü vegan kafe gezdi, oh mis!

 

Dersim

Dersim halkının kutsal kabul ettiği Düzgün Baba dağına çıkıyoruz. Dağ o kadar yüksek ki tırmandıkça nefes nefese kalıyoruz ama pes etmiyoruz. Zirveye yaklaştığımızda gezisini çoktan bitirmiş ve aşağı inen bir aileyle karşılaşıyoruz. Ailenin erkek kişisi elimde kamerayı görünce “ben sanatçıyım, fotoğrafımı çek de albüm kapağı yaparım güzel olursa” diyor. Tanımadığım insanlara karşılıksız iş yapmaktan aşırı muhteşem bir zevk alıyorum. Erkek kişiyi kadrajın sol alt köşesine yerleştiriyorum. Adam da ellerini yukarı açmış, fotoğrafını çektiğim için bana değil kendisine bir fotoğrafçı yolladığı için Düzgün Baba’ya ya da başka bir kutsal olan güneşe teşekkür ediyor. Duası ona, fotoğrafı bana kalıyor.

 

Dersim’de bir dağ köyünün tepelerindeki bir yayladayız. Çadırımızı kurduk, şaraplarımızı, teleskopumuzu ve kameramızı aldık, geceyi burada geçireceğiz. Çünkü bu gece meteor yağmuru var! Hem kayan yıldızları izlemek keyifli olur hem de kameramı teleskopa dayayarak dev gibi ay videoları çekerim gibi fanteziler kuruyorum. Maalesef çocuklardan bana teleskop sırası gelmiyor. Aşırı mutlu oluyorum, ağzım kulaklarıma varıyor. Ağzım kulaklarımdayken kameramı insanlara doğrultuyorum. Fotoğrafın da ağzı kulaklarına varmış gibi bir efekt yapıyorum. Fotoğraf da aşırı mutlu oluyor, bana teşekkür ediyor.

 

Bu arada çocuklar tabi ki çok tatlı! Sıramı verdiğime hiç de üzülmüyorum. Ama ne zaman üzülmüyorum, şu an üzülmüyorum. Sıramı verdiğimde kesin uyuz olmuşumdur ama o duygu çoktan yok olup gitmiştir. Demek ki sıramı verdiğim için mutluyumdur.

 

Sizi Ümit ve Özlem’le tanıştırayım. İki tane dünya tatlısı insan. Dersim’de beni misafir ettiler ve kendimi aileden biri gibi hissetmemi sağladılar. Ümit’ten biraz daha bahsetmek istiyorum. Çünkü onun bir özelliği var. Kendisi yukarıda bahsettiğim Platonik nostalji teorisinden muaf. Çünkü Ümit anın maddi kusurlarını görmezden gelme yeteneğine sahip ve hayattaki her anını ideal mükemmellikte yaşıyor. Bu, Özlem’i aşırı mutlu ediyor.

 

Sinop

Çocukluğumun geçtiği evin balkonundayım, şehrin merkezini izliyorum. Merkezi sis kaplamış, aşırı romantik. Hemen fotoğrafını çekiyorum. Oh, sol alttan da küçük bir balıkçı teknesi geçiyor. Limandan ayrılan bir tekne, geçim derdi ve yalnızlık duygularını içeriyor, aman da ne anlamlı bir fotoğraf çekiyorum. Muhtemelen parasız ve yalnız bir dönemimde yapacak başka bir işim olmadığı için evde kameramla oynarken bu sisli havanın verdiği burukluk hissinden aşırı mutluluk dolu bir haz alıyorum.

 

Bu kez merkezden ev tarafına doğru kameramı çevirmişim, bir önceki fotoğrafı çektiğim yerin tam karşısında ve yıllar sonrasındayım. Hayatıma Ezgi girmiş. Başka bir sürü şey de değişmiş, ben değişmişim. Hayatla çok daha güzel bir ilişkim var. Sinop Bienali’nde çalışmak için bir aylığına Sinop’a gelmişim, Ezgi de bir kaç günlüğüne beni ziyaret ediyor. Sahilde yürürken bir de bakmışım denizde yansıma falan, çok sanatsal görünüyor, aşırı mutlu oluyorum ama fotoğrafın konusu gereği melankolikmiş gibi bir hallere sokuyorum kızcağızı. Sanki Nuri Bilge Ceylan yeni filminde bir kadın hikayesi anlatmaya karar vermiş de Ezgi de bunu kutluyor gibi, coşkulu bir melankoliyle poz veriyor. Türkiye sineması aşırı mutlu.

 

Eski buzhane binasına giriyoruz. Artık melankolik değiliz. Bienal sergisi geziyoruz. Aşırı entelektüeliz. Kıyafetlerimiz sıcaktan üzerimize yapışıyor, ama o his geçmişte kaldı, artık önemi yok. Artık mutluyuz.

 

Eski cam fabrikasındayız. Sinopale cam üfleme atölyesi yapıyoruz. Dinlenmek için oturan iki kadını öyle bir kadraj içine alıyorum ki sanki zamansız ve mekansız kalmışlar. Nerede oldukları, ne yaptıkları belli değil. Sağdaki kadın bir şey bekliyor gibi uzaklara bakıyor, bu arada soldaki kadının başına nur iniyor. Sağdaki kadın Payende hoca, Melih hocanın annesi. Onunla ilgili ironi yapmaktan çekiniyorum, zira İstanbul’da aynı mahallede yaşıyoruz ve pazara giderken falan karşılaşıyoruz. Sonra beni mahallede kıstırıp döverler, beni üzerler diye korkuyorum.

 

Sinop’ta babamın yaşadığı köye gidiyoruz. Oh, mis gibi manzarası var, yemyeşil, önü açık, havası suyu temiz. Ama manzarayı izlerken şu köşesi kırık ayna gözüme takılıyor, nedense o an içimin burkulduğunu hissediyorum.

 

Neyse ki Ezgi yanımda. Ezgi aynaya bakmıyor. Köpekle oynaşıyorlar. Ben de iç burkan o histen kurtulmak için Ezgi ve köpekle ilgilenmeye başlıyorum. Sağ üst köşede ayna kendini hissettirmeye devam ediyor. Melankolinin ağına düşmemek için savaşıyoruz.

 

Savaşı kaybediyoruz. Ezgi ve köpek melankolinin ağına düşüyor. Öyle ki, siyah olan köpeğin tüyleri beyazlıyor, yaşlanıyor. Uzaklara, çok uzaklara bakmaya başlıyorlar. Onlar uzağa, ben onlara, bakakalıyoruz.

 

İstanbul

Bahariye’de bir oda kiraladım. Ezgi’yle henüz evli değiliz. O Sinop’ta çalışıyor, ben İstanbul’da. Arada birbirimizi ziyarete gidiyoruz. Burada Ezgi benim ziyaretimde. Sevgililiğimizin ilk zamanları. Ezgi aşırı havalı bir şekilde sigara içiyor ve dumanını pencereden dışarı üflüyor. Yaklaşık bir yıl sonra evleneceğimizden, yan sokakta bir ev tutacağımızdan, tuttuğumuz evdeki alt komşumuzun yoldan geçen araba sesini bile bizim yaptığımızı iddia ederek her gün kapımıza gelip bizi taciz edeceğinden, apar topar yeni ev aramaya başlayacağımızdan, iki hafta içerisinde bir ev bulup krediye girerek bu evi satın alacağımızdan, sonra bu evde enseye şaplak göte parmak bir samimiyet içerisinde olacağımızdan habersiz, cool bir tavırla sigarasını içmeye devam ediyor.

Sigarasını söndürüyor ve kitabını okumaya dönüyor.

 

Peki tüm bu anlattıklarımdan ne sonuç çıkıyor? Fotoğraflar aslında hatırladığımız gibi yaşanmayan anların nostaljik birer fetişi midir? Belki öyle, belki değil. Yaşanan anlar kusurlu ya da kusursuz, geriye kalan tek şey olarak fotoğraf güzel şey arkadaşlar.

Çünkü, Ezgi ve Paspas!

Sevgiler!

Not: Amsterdam’da geçirdiğimiz aşırı mükemmel günlerin bir de videosu var merak ederseniz: Amsterdam | IDFA 2019 Video