Emre- 28.04.2020
Vision Du Réel bu yıl online bir festivalle karşımızda!
Görmek istediğim festivaller listesinde olan bu etkinliğin ayağıma geliyor olması beni çok mutlu etse de sanırım “Nasıl olsa evdeyim, izlerim” diye rehavete kapılarak festival 17 Nisan’da başlamasına rağmen ben düne kadar hiç açıp bakmamıştım açıkçası.
Öncelikle şunu söyleyeyim; etkinlikler ücretsiz olsa da 500 kişilik izleme kontenjanı var ve bu sayı dolduğunda filmler ‘sold out’ oluyor. Benim gibi bazı izleyicilerin rehavete kapılabileceklerini tahmin etmiş olmalılar ki böyle bir limit koyarak merak ettiğin filmleri bir an önce izlemeye teşvik etmişler, gayet mantıklı.
Programa şu linkten ulaşılabilir: Visions Du Réel Program
Festival uluslararası bir etkinlik olduğu için her filmin İngilizce alt yazısı mevcut. Tahminimce endüstri etkinliklerinin dili de İngilizce olacaktır. Ben şu etkinlikleri not aldım;
Online Talk: Filmmaking and Film Development Under Corona Times | 29 nisan 18.00
Online Talk: I love you, Then I film you: filming one’s own family | 2 Mayıs 14.00
Masterclass: Petra Costas | 30 Nisan
Petra Costas’ın masterclass etkinliğini özellikle merak ediyorum çünkü dün izlediğim bir filmini çok beğendim. Festivalde masterclass etkinliğinin dışında yönetmenin retrospektifi de yer alıyor. Daha önce hiç bir filmini izlememiştim, o yüzden dün festival seçkisindeki filmlerinden biri olan Olmo and The Seagull filmini izledim.
Petra Costas | Olmo And The Seagull
Film, aktör ve aktris bir çiftin hayatını takip ediyor. Bu takibi uzun bir süre gözlemsel bir şekilde yaparken filmin ortalarında bir noktasında aniden yönetmenin oyuncu çifte farklı bir oyun vermeleri yönünde bir direktifiyle filmin gerçekliği birden değişiyor. Anlıyoruz ki hayatlarını izlediğimiz Olivia ve Serge kendilerinin başka bir versiyonlarını canlandırıyorlar. Hatta tek bir versiyon değil, bir çok versiyona, oldukları ve olabilecekleri farklı karakterlere girip çıkıyorlar sürekli.
Filmin ilk sahnesinde çift Olivia’nın hamile olduğunu öğreniyor. Hemen bu bilginin peşine çiftin bir akşam yemeğinde bu haberi arkadaşlarıyla paylaştığını görüyoruz. Bu arada oyuncu çift gerçek hayatlarında da Anton Çehov’un Martı oyununa hazırlandıkları için yemekte tartışılan konu Olivia’nın hamileliğinde bu role devam edip edemeyeceği oluyor. Olivia hamileliğinin kimliğini oluşturmasına izin vermek istemediğini belirtse de sonraki sahnede karnındaki bir problem nedeniyle doktorunun Olivia’ya düşük tehlikesi olabileceğini, o yüzden evde kalıp merdiven bile inip çıkmaması gerektiğini söylediğini görüyoruz. Bu gelişmeyle birlikte Olivia eve kapanmak zorunda kalıyor. Film de aslında buradan sonra derinleşiyor.
Eve kapanmasının 22. gününde monologla başlayan ama sonra yönetmenle karşılıklı diyaloglarına dönüşen bir konuşmada şöyle söylüyor Olivia;
“22 gündür evdeyim. Bu kariyerimin bitişinin başlangıcı mı? Altımdaki halıyı çekmişler gibi hissediyorum. Neye tutunacağımı bilemiyorum.”
Hamileliğinin işini engellemesini ve kimliğine dönüşmesini istemeyen Olivia için o an içinde bulunduğu durum bir kimlik çatışmasına dönüşüyor. O ana kadar kendi hayatı için kariyerine tutunduğu bir gerçeklik kurgulayan Olivia şimdi kendini dikte eden yeni bir kimliğin gerçekliği altında ezilmeye başlıyor.
Hayat motivasyonunu sağlama noktasında kariyerine tutunma ve kimliğini mesleğiyle tanımlama meselesi üzerine oldukça çarpıcı bir kurgunun içine atıyor yönetmen Olivia’yı. Bu çatışma beni çok etkiledi çünkü neredeyse iki yıldır üzerine çalıştığım filmimin kurgu süreci bipolar bir ruh halinde geçiyor. Bir sabah uyandığımda kendimden ve filmimden çok eminken, ertesi sabah uyandığımda filmin berbat olduğundan emin oluyorum. Öz güvenimin çöküşte olduğu günler şöyle düşünmekten kaçamıyorum; eğer sinema üzerine bir kariyer inşa edemiyorsam bu, uzun süredir kendi hayatım için kurguladığım hayatın gerçekleşmediği anlamına geliyor ve o zaman kendimi amaçsız, boşlukta hissediyorum. Kendim için bir hayat kurguladım ve bu kurgudaki tutamacım sinema. O olmadığında/olmayacaksa o zaman ben kimim? Neye tutunacağım? sorgulamasına giriyorum. Korona yüzünden karantinaya girdiğimizde elimde bir filmin kurgusu olduğu için sevinmiştim mesela, yoksa nasıl kendim olmaya devam edebilirim diye düşünmüştüm.
Bu hem insanı dengede tutan ve fakat diğer yandan da çok fazla dışsal değişkene bağlı olduğundan insanın elinden kayıp gidebilecek bir kurgu olması açısından korkutucu bir durum. Olivia için de hamileliğin kendini dayatması yüzünden oyuncu kimliği kurgusunun elinden kayıp gitmesi korkusu ortaya çıkıyor.
Filmin bir başka çarpıcı sahnesi ise şuydu benim için:
Olivia evde otururken, Serge oyun provalarına devam ediyor. Olivia’nın oynayacağı rolü başka birileriyle prova ediyorlar. Bir akşam Serge eve döndüğünde Olivia Serge’ye gününün tüm ayrıntılarını soruyor ve Serge isteksizce de olsa cevaplar veriyor. Olivia, “Beni soran oldu mu?” diye sorduğunda Serge, olumsuz bir cevap verirse ya da hiç cevap vermezse Olivia’nın alınganlık yapacağını düşünüp “Önce bir duş alabilir miyim? Hala günün yorgunluğunu atamadım ve ikimiz farklı gerçeklikleri yaşıyoruz” şeklinde bir konuşma yapıyor. Konuşmanın ortasında kadın adamı durduruyor ve “Bu aynı zamanda senin de gerçekliğin, senin de problemin. Neredeyse dört aydır burada, bu şekilde oturuyorum.” diyor. Serge muhtemelen Olivia’nın içinde bulunduğu duruma karşı abartılı bir hassaslık içinde olduğunu düşünüyor ancak şu an karantinada olan bizler çok iyi biliyoruz ki uzun bir süre evden çıkamadığında ve bir de üstüne yalnızsan kendine ve etrafına karşı duyumsadığın gerçeklik değişip, soyutlaşabiliyor. Bu da baş etmesi çok da kolay olmayan yepyeni bir gerçeklikle yüzleştiriyor insanları.
O yüzden Olivia’ya yüzde yüz hak verirken bir yandan da şöyle düşünüyorum “Eğer bir buçuk aydır karantinada olmasaydım yine Olivia’ya yüzde yüz katılır mıydım? Onu bu kadar iyi anlar mıydım?”
Cevabımın hayır olma ihtimali bile beni derinden sarsıyor. Çünkü kendi gerçekliklerimiz içinde boynumuza kadar batmış şekilde yaşarken, karşımızdaki çok yakınımızda bir insan bile olsa onun gerçekliğini sandığımız kadar da anlayamıyor, empati yapamıyoruz muhtemelen. Ben bunları düşünürken birden yönetmenin sesini duyuyoruz. Yönetmen, Olivia’ya biraz daha az haşin olabilir misin diyor. Olivia “tamam daha kurban gibi davranayım o zaman” derken, Serge “Ben de biraz daha az denyo olayım mı?” diyip gülümsüyor. Filme dair gerçeklik algım tekrar boyut değiştiriyor.
Filmde bunun gibi bir kaç müdahele daha görüyoruz fakat bir noktada Olivia yönetmenin kendisinden istediği şeyi yapmıyor. Olivia ayna karşısında kendisine ve kırışıklıklarına bakarak kişisel korkuları hakkında konuşurken yönetmen araya giriyor ve “Arada ihanetle ilgili de bir cümle olabilir mi?” diye soruyor. Fakat Olivia, “ihanete girip ilişkimi dağıtmazsak daha iyi olur” diyor gülümseyerek. Yönetmen “daha önce hiç bahsetmedin” diyor. Olivia da “kesinlikle” diyor ve tekrar gülüyor. Yönetmenin isteğini yerine getirmeden bu sahne bitiyor. Oyuncunun rol yaparken hangi konulara ne kadar gireceği konusundaki hassas tutumu Olivia’nın bu film için bir oyuncudan ibaret olmadığı, filmde canlandırdığı karakterin kendi gerçek kişiliğinden çok şey barındırdığını gösteriyor. Elbette bu da yönetmenin senaryoda yazdığı bir şey olabilir. Her iki türlü de gerçeklikle kurgunun nasıl iç içe geçtiği konusunun altını çizen çok güçlü bir sahne olarak karşımıza çıkıyor.
Olivia, filmin bir yerinde eski sevgilisi hakkında konuşurken “Alvaro kaybettiğim her şeyin vücut bulmuş hali, olabileceğim, dönüşebileceğim her şey” diyor. Hayatı için tasarladığı ya da kendisini içinde bulduğu kurguyla ilgili bir sorgulama, yaşamadığı kurgulara dair bir melankoli seziliyor. Benim için bu da çok çarpıcı bir katman. Çünkü içimizde bir çok potansiyel kişilik barındırdığımızı ve bunların bazılarını belli miktarlarda aktive ederken bazılarını da bastırdığımızı düşünüyorum. Beni üzen şey toplumların bize kendi kurgularını dayatmaları oluyor. Daha lisedeyken bir an önce üniversiteyi bitirip, düzgün bir işe girip, çocuk yapıp ev kredisine gireceğimiz bir kurgu veriliyor elimize. Hatta daha da ötesi cinsel yönelimlerimize, inancımıza, kültürümüze dair de hazır bir takım kurguların içine doğuyoruz. Başka türlüsünün mümkün olmadığına inandırılanlarımız da kendileri için özgün bir kurgunun peşine düşecek cesareti bulamayabiliyor.
Filmin sonunda çiftin arkadaşlarının katıldığı bir parti sahnesi var. Parti güzel başlasa da bir süre sonra Olivia için kötüye gidiyor. Olivia, insanların konuştukları şeylere, müziğe, dansa, her şeye yabancılaşıyor ve kendisini tuvalete kapatıyor. Kendi gerçekliğiyle diğerlerinin gerçekliği çatışıyor ve Olivia buna adapte olamıyor. Kocası tuvalet kapısının önüne gidip elinde gitarla şarkı söylemeye başlıyor, arkadaşları da ona eşlik ediyor. Olivia sakinleşiyor ve dışarı çıkıyıor. Çıktığında arkadaşları onu ortalarına alıp üzerine çiçek yaprakları dökerken ayini andıran mistik bir atmosferle film bitiyor. Etrafındaki insanlar tarafından kapsayıcı bir iletişim anıyla bitirmesi güzel bir his bırakıyor. Sanki arkadaşlık kabilesi tarafından kutsanmış gibi bir his uyanıyor insanın içinde.
Bu arada bir ayrıntı olarak; filmin başında yine tuvalette hamilelik testini yaparken de kocasının kapının önünde şarkı söylediği bir sahne vardı. Filmin başında ve sonunda Olivia’nın kendisine dair gerçeklik algısının değişme noktaları olarak da okunabilir bu sahneler.
Sonuç olarak; hayatlarımız içinde kurduğumuz yeni kurguları ve yeni gerçeklikleri algılayışımıza dair derin ve etkileyici bir film olmuş.
Bu yazıyı bir soruyla bitirmek istiyorum; kendimiz için kurguladığımız hayatlar ve kimlikler için de birer heterotopya diyebilir miyiz?