22.01.2021 | Emre

Bir süredir ‘sinemadan çıkmış insan’ fikri aklıma gelip duruyor. Kim söylemişti diye düşünüp duruyorum. Daha önce defalarca hissettiğim, başka arkadaşlarımın da hissettiğini bildiğim bu durumla ilgili yazan kimdi? 

Sonunda bugün googlelamaya karar verdim. Artık bununla ilgili kafamdan ne geçiyorsa büyüyü kaçıran insan olmak pahasına da olsa yazacağım çünkü. 

“Çağımızda geçmiş yüzyılların bilmediği, kısa ömürlü bir yaratık yaşıyor. Sinemadan çıkmış insan. Gördüğü film ona bir şeyler yapmış. Salt çıkarını düşünen kişi değil. İnsanlarla barışık. Onun büyük işler yapacağı umulur. Ama beş-on dakikada ölüyor. Sokak sinemadan çıkmayanlarla dolu; asık yüzleri, kayıtsızlıkları, sinsi yürüyüşleriyle onu aralarına alıyorlar, eritiyorlar.” 

Yusuf Atılgan, Aylak Adam

 

 

Belki Aylak Adam’ı tekrar okumam ve bu cümle hangi bağlamda söylenmiş ve bir karşı eleştiri içeriyor mu diye bakmam gerekirdi. Ama burada amacım Yusuf Atılgan’ı haksız çıkarma çabasından öte, sinemadan çıkmış insanın o beş-on dakika boyunca neden başka bir yaratık olduğunu ve bunun neden romantize edilmemesi gerektiğini düşündüğümü anlatmaya çalışmak olacak. Aylak Adam’ı tekrar okuma işini de bu yazıyı bitirdikten sonraya bırakacağım. ‘Böylelikle yazımda alıntı yaptığım kitabın yazarı Yusuf Atılgan’a da bir cevap hakkı vermiş olacağım’, gibi oyunbaz, belki biraz hadsiz bir bakış açısı benimsiyorum.

Öncelikle, çok kısaca sinemadan çıkmış insanı neyin yarattığına dair fikrimi peşinen belirtmek istiyorum; sinema endüstrisi. Yani o filmin arkasındaki romantik yaratıcısından öte, endüstriye para yatıran iş insanlarının buna sebep olduğunu düşünüyorum—ki bu da beni büyüyü kaçıran bölüme getiriyor. 

Konuya hakim olmayanlar için kısaca özdeşleşme, climax ve katarsis kavramlarından bahsetmek istiyorum. 

 

 

Özdeşleşme, seyircinin kendisini filmde izlediği karakterle özdeşleştirmesine ve kendini onun yerine koymasına deniyor. O güzel insanların çektiği sıkıntıları onlarla birlikte biz de çekiyoruz. Bizi hikayeye daha çok çekecek çatışmalar, gerilimler çıkıyor karşımıza. Bakalım kahramanımız bu olayların üstesinden nasıl gelecek? Yani daha doğrusu biz, bu olayların üstesinden nasıl geleceğiz?

Karakterin hem kendi zihinsel zincirlerinden kaynaklı iç çatışmalar, hem de dış dünyadaki kötü insanlar ya da olayların getirdiği dış çatışmalar önümüzde teker teker düğümlenir önce. Tüm bu gerilimlerin tırmandığı bir tepe nokta vardır; climax. O tepe noktada kahramanımız bir şey yapar ya da bir olay gerçekleşir ve durum çözülür. Sonu iyi ya da kötü olsun, ki genellikle iyi olması tercih edilir, climax sonrası olayların çözümlendiği, gerilimin boşaldığı, seyircinin rahatladığı bir an vardır. İşte o boşalma anına da Katarsis denir. Seyirci, film boyunca kendini başka bir karakterin yerine koyarak kendisinden uzaklaştığı bir buçuk saatte tüm dertlerini unutmuştur ve de son bölümde yaşadığı katarsis ile adeta bir orgazm yaşamıştır ve sinemadan çıktığı ilk beş-on dakika boyunca bu hissi taşımaya devam eder.

Sonra kendi hayatının gerçekliği yavaş yavaş tekrar kontrolü ele almaya başlar. Ve hoşgeldin eski, tanıdık sıkıntılar…hoşgeldin kaçamadığım kendi gerçekliğim. E peki şimdi ne olacak? Birkaç gün, bir hafta geçti, sıkıntılar devam ediyor, ne yapalım, tekrar sinemaya gidelim de bir buçuk saat daha kendimizi unutalım bari. 

 

Sanki ben yazdıkça ne anlatmak istediğim kendisini açık etti gibi hissediyorum ama yine de bariz olanı dillendirerek somutlaştırma işini yapmadan duramayacağım. 

Sinemadan çıkmış insan fikrinin neden cezbedici olduğunu sinemanın icadından çok kısa bir süre sonra çözmüş olan iş insanlarının tabi ki her şey gibi bu zaafımızı da paraya çevirmekten kendilerini alıkoymaları düşünülemezdi. Aslında yeni bir şey de icat etmediler. Çok daha eskiden beri var olan, Aristoteles’in tiyatro oyunları için formülize ettiği dramatik yapı kuramına dayanan klasik anlatı yapısını sinemaya uyarladılar. 

Eh, çok da iyi başardılar. Biz de ne zaman kendi dertlerimizi unutmak istesek sinemaya koşar olduk. Bunu çok iyi analiz eden tüccarlar önce sinemayı icat ettiler; sonra mısır patlağını, derken kale gibi avmler dikip sinemaları işgal ederek kendi topraklarını büyüttüler… 

Giriş, gelişme, çatışmalar, düğüm, climax, serim, katarsis falan filan derken ‘sinemanın büyüsü’ diye romantize ettiğimiz şeyin aslında endüstrinin cebimizdeki parayı almak için tasarladığı bir formül olduğu gerçeği bu büyünün sisleri arasına gizlenerek bizi tuzağa düşürmeye devam etti durdu.

Tabi ki bu büyüyü bozanlar da var. Mesela tiyatroda Brecht çıktı ve özdeşleşme-katarsis oyunlarını bozan, seyirciyi özdeşleştirmekten çok yabancılaştırmayı hedefleyen bir yaklaşım benimsedi. Bu yaklaşım sinemada da karşılığını aradı ve ana akım formüllerin dışında ‘bağımsız sinema’ olarak adlandırılan, ya da bazen ‘sanat sineması’ olarak da dile yansıyan formul dışı filmler üretildi. Bu filmler klasik anlatı yapısından farklı olarak her zaman belli bir katarsis ya da rahatlamayı seyirciye yaşatmadıkları için popüler kültür tarafından çok da ilgi görmedi ve dolayısıyla endüstri yatırımcılarının da daha az ilgisini çekti. Fakat bu sayede de bilet sayısı prangasından nispeten azad olan bağımsız sinema başka türlü yaklaşımlar getirdi hayatımıza. 

Popüler kültürün genelde dalga geçtiği uzun sahneler ya da belirsiz sonlar da bu bağımsız yaklaşımın bir sonucu aslında. Çünkü seyirciyi tuzağa düşürmek için tasarlanan formüller filmlerde ritmik bir tempo, belirli bir olay örgüsü ve net bir sonuç-final sahnesini gerektirirken bağımsız sinemanın böyle bir ihtiyacının olmadığını keşfeden sinemacılar ortaya çıktı. 

Eğer bir sahnenin uzun olması gerekiyorsa ya da final sahnesinin olayları belirsiz bir sona taşıması gerekiyorsa bunu yapma özgürlüğüne sahip olduklarını anladılar. Çünkü, ‘seyirci sıkılmasın ki tekrar geri gelsin’ ya da ‘sonunda katarsis yaşasın ki tekrar para harcasın’ gibi bir kaygı taşımak zorunda değillerdi. 

Bence bağımsız sinemayı güzel yapan şey de bu; çünkü diğer türlüsü sinemayı da başka birçok şey gibi tüketim nesnesi haline getiriyor. Satın aldığımız ve bize belirli bir süre içerisinde belli bir doyum yaşatan ama sonrasında daha büyük bir doyumsuzluk ve açlık yaratan alışveriş ihtiyacının bir uzantısı gibi ana akım sinema. Şimdilerde daha çok yeni nesil dizilerle karşılıyoruz gerçi bu ihtiyacımızı — ah, o ‘next episode’ tuşunu görmenin mutluluğu. Ah, o buton çıkmadığında başka sezon olmadığını fark etmenin çaresizliği…

Yanlış anlaşılmasın; ana akımı yasaklayalım, aman efendim  iğrenç bir şeydir, asla yapılmasın demiyorum. Ona da ihtiyaç var, tabi ki olsun. Ama sanırım bir noktada ‘sinemadan çıkmış insanı’ bu kadar çok romantize etmenin sanat, sanatçı, halk ve kültürden çok sermaye sahiplerinin çıkarına olduğu gerçeğini de fark etmemiz gerekir diye düşünüyorum. 

Daha çok, daha çok, daha çok katarsis yaşamaktansa kültürel-entelektüel bakışımızı zenginleştirecek eserlere ihtiyacımız var diye düşünüyorum. O yüzden de bağımsız sinemayı bağrımıza basmalıyız bence. 

Sinemadan çıkmış insanı çok da şey yapmamak lazım yani… 

Bağımsız sinemanın ne kadar bağımsız kalabildiği ise başka bir tartışmanın konusu olsun.